Uçsuz bucaksız kurak arazilerde, Amerika Birleşik Devletlerinin güney batısındaki eyaletleri Nevada, Arizona ve Utah’ta yaptığımız bir haftalık bir araba yolculuğunun hikayesini anlatmaya geldi sıra bugün. Dev bir çölün içinde kıvrılarak giden siyah bir yol, arabamız ve biz. Etraftaki hiçlik ancak bu kadar güzel olur, bu dev kuraklığın içinde neler gizli neler… Doğanın bizlere en büyük armağanlarından, yer yüzünün milyonlarca yıllık hikayesini katman katman anlatan Büyük Kanyon’dan Navajo yerlilerinin atalarından beri bildiği ama biz beyaz adamın ancak son birkaç on yıldır keşfettiği spiral kayalar, daracık Antilop Kanyonlarına… Rüzgarın ve suyun milyonlarca yıl içinde milim milim yarattığı büyüleyici ve korkutucu hoodoo’larıyla Bryce’tan çölün ortasında insanın yoktan yarattığı pırıltılı ışıklar ve günahlar şehri Las Vegas’a kadar…
Amsterdam’dan uçağa bindiğimizde bizi çok uzun bir yol bekliyordu. Minneapolis aktarmalı Las Vegas yolculuğu aktarmalarla birlikte 15 saat sürdü. Jet lag’den vücut saatimiz iyice şaşmıştı. Hava alanına iner inmez önceden ayarladığımız kiralık arabamızı alıp kendimizi Las Vegas’ın neon ışıklı bulvarlarına attık. İnsanı hipnotize eden dev ışıklı panolar ve görsel şovlar var her yerde. Belki bundan yüz yıl önce çöl’de su bulmak bir lüksken bugün tonlarca su havalara ışık ve ses gösterileriyle fışkırtılıp şov amaçlı kullanılıyor artık Las Vegasta. Zaten her tarafta şovlar, sihirbazlar, konserler, sirkler, adım başı bir restoran ya da bar ve tabii ki dev kumarhaneler var.
Açıkçası Las Vegas’a gelmemizin sebebi etraftaki doğal güzelliklere yakınlığı ve erişim kolaylığıydı, sadece bir gece kalacak ve ertesi sabah esas hedeflere doğru yolculuğumuza başlayacaktık. O yüzden Seda da ben de burayı bu kadar beğendiğimize şaşırdık. Bu yolculuğun bizim için anlamı doğa ile başbaşa olmak, fotoğraflar çekmek, sessizliğin tadını çıkarmaktı. Ama ilk gecemizi Las Vegas’ta geçirmek bize önümüzdeki günler için ayrı bir enerji verdi sanırım.
Yorgunluk uzun uçak yolculuğundan sonra erken çöktü, yine de yatmadan önce otelimizin kumarhanesine bir uğramadan edemedik. Bana şahsen müthiş fuzuli bir zevk gibi geliyor kumar. Cidden heyecanını anlayamıyorum, özellikle kollu makinelerin. Yine de buraya kadar gelmişken Seda ile birer dolar attık makinelere ve tatilimiz acaba bedavaya gelir mi diye kolu çektik. Sonuç tabii ki hüsran:) Çok geç kalmadan odamıza gittik ve uyuduk, yarın uzun bir yolculuk bizi bekliyordu…
Sabah oldukça erken uyandık, daha gün yeni doğuyordu, odamızdan Las Vegas’ın silüeti çok etkileyici görünüyordu. Aşağıda kahvaltımızı yaptık, arabamıza atladık ve yola koyulduk. Kasım Ayı buralarda yüksek sezon değil. Dolayısıyla yollar oldukça boş. Çöl’de araba kullanmak müthiş bir keyif, insana huzur veriyor. Bugün ilk durağımız Valley of Fire yani Ateş Vadisi olacak.
Valley of Fire, Las Vegas’a 80km uzakta kırmızı kumtaşlarından adını alan bir doğa harikası. Amerikanın bu küçük ulusal parkında ta dinazorların çağından kalma bu doğal oluşumlar önümüzdeki günler için bizleri neyi beklediği konusunda daha da meraklandırıyor.
Şaşkınlıktan iki adımda bir arabamızı yolun ortasında durdurup, tripodumuzu kurup fotoğraflar çekiyoruz. Hazır bütün park bize kalmış, etrafta bizden başka kimseler yok diyip park bizim gibi takılıyoruz. Biz bu kadar rahat olunca parkın korucuları rangerların dikkatini çektik tabii, ufak ta bir uyarı aldık. Yanımıza çekip ‘güzeller böyle arabayı yolun ortasında bırakıp keyfinize bakıyorsunuz da herşeyin bir usturubu var, şöyle biraz yolun kenarına çekin bari arabayı’ dediler.. Olsun çektik hemen, sonra keyfimize bakmaya devam ettik.
Valley of Fire’ın içinden geçen yolları takip edip ikinci hedefimiz, Amerika’nın en popüler ulusal parklarından Zion Ulusal Parkına doğru yola devam ettik.
Zion Ulusal Parkı, çölün ortasında bir vaha. Yeşil kanyonlar, kırmızı sarp kayalıklar ve masmavi bir gökyüzü. Parka girişte bir harita alıyoruz. Şöyle yazıyor: “Bu kızıl çöller coğrafyasında suyun mucizesi yemyeşil gür bitkileriyle zümrüt bir vaha oluşturuyor.” Gerçekten de öyle.
Bu kızıl kanyon, coşarak akan erimiş kar sularının yüzlerce yıl içinde nasıl zorla dar ve büküm büküm duvarlarına şekil verdiğini gözler önüne seriyor. Dimdik tepelerin arasında akan nehir bütün bu hayatın kaynağı. Binlerce yıldır yaşanan bu topraklar biyolojik zenginliğiyle kendine hayran bırakıyor. Yüzlerce kuş türü, geyikler ve hatta dağ aslanları bile hala bu koruma altındaki parkta özgürce dolaşıyor.
Biz de arabayla giderken önümüzden bir geyik ailesi usulca geçti. İnsanlardan korkuları artık azalmış, burada onlara zarar gelmeyeceğini biliyor, rahat rahat otlarını yiyorlar. Seda arabadan inip yanlarına yaklaştı ve fotoğrafladı onları. O kadar güzeller ki, kocaman gözleriyle yavru geyikler annelerini takip ediyorlar. Biraz ilerde ise kocaman boynuzlarıyla biraz hırçın ama çok güzel bir erkek geyik ailesini izliyor.
Bu park özellikle yazın çok popüler. Çünkü birçok coğrafi özelliği bünyesinde barındırdığı için tırmanışçılardan, canyoningçilere ve trekkingcilere herkes için bir aktivite var. Bizim çok vaktimiz yok çünkü yarın bütün günü Bryce Canyon’da geçirmek istiyoruz ve gece oraya yakın bir otelde kalacağız. Zion’daki 4-5 saatimizi olabildiğince verimli kullanmak için manzaralı araba yolunu takip ediyoruz. Yol üzerinde mola yerlerinde durarak arabadan iniyor, küçük yürüyüşler yapıyoruz.
Zion’un doğasına, dik yamaçlarına biz de hayran kaldık. Yanımızda akan suyun sesi içimize huzur verdi. Gün batımına kadar burada kalıp tertemiz havasını soluduk ve bol bol fotoğraf çektik. Güneşin batışıyla daha bizi uzun bir yol beklediği için Bryce’a doğru yola koyulduk. Yolda yemek ve ihtiyaç molası hariç fazla oyalanmadan 3-4 saat ilerleyip sonunda otelimize vardığımızda baya perişandık. Akşam yemeğimizi otelin restoranında yiyip odamıza çekildik. Seda Bryce Kanyon’da gün doğumunu fotoğraflamayı kafasına koymuştu ve sabah 5 buçukta kalkacaktık. Derin bir uykuya daldık.