Bryce’tan yola çıktıktan sonra yaklaşık 3 saat içerisinde 2 gece kalacağımız Page kasabasına vardık. Vardığımızda gün hala batmamıştı. Biz de günün altın saatlerini boşa harcamak istemedik. Hızlıca eşyalarımızı otele bıraktık ve yakındaki At Nalı Bendi’ne doğru yola çıktık.
At Nalı Bendi, Kolorado Nehri’nin oluşturduğu vadilerin en meşhur noktalarından. Çünkü kanyonun tam bu noktasında nehir çok dar bir alanda 270 derecelik bir dönüş yaparak buraya ismini veren at nalı şeklini alıyor ve olağanüstü bir görüntü ortaya çıkıyor.
Bendin hemen yanına arabayla gitmek mümkün değil. Bu yüzden arabamızı otoyolun kenarındaki otoparka park edip kurak patikadan 15-20dk’lık bir yürüyüş yaptık. Vardığımızda gördüğümüz manzara bizi kendine hayran bıraktı! Sarp kayaların ucuna oturup yüreğimiz ağzımızda, 300 metre yükseklikten boşluğa doğru ayaklarımızı sallanmaya bıraktık ve güneşin batışını izledik.
Page, Arizona’da, Navajo Rezervasyonunda yer alıyor. Navajo Rezervasyonu 71bin kilometrekare büyüklüğüyle ABD’nin en büyük kızılderili rezervasyonu. Aşağı yukarı Marmara bölgesiyle aynı boyutta ve Arizona, Utah ve New Mexico eyaletlerinin ortasında bulunuyor. Bölge yarı bağımsız ve Navajo Kabile Meclisi tarafından yönetiliyor. Rezervasyonlar gerçekten hüzünlü yerler. 19. yüzyılın ortasında yüzbinlerce kızılderili anayurtlarından sürülüp Amerika’nın birçok farklı köşesindeki bu tip kısıtlayıcı alanlara yerleştirildiler. Bugün Amerika’nın içinde ama yarı-bağımsız, ülkenin geri kalanına göre ise büyük bir fakirlik içinde yaşıyorlar. Alkolizm ve uyuşturucu yüzünden ölümler Amerika’nın diğer bölgelerinin 4 katı. Bizim şahit olduğumuz diğer bir sorun da özellikle gençler arasındaki ciddi obezite sorunu… Navajo’lar uzun bir geçmişe sahip, gururlu insanlar. Devlet ise ne yapılmış kıyımlar, ne de süregelen acıklı durum konusunda ciddi bir şekilde özür dilemiş değil. Rezervasyonlardaki alt yapı yatırımları Amerika’da pek öncelikli bir konu gibi gözükmüyor.
Page bir işçi kasabası olarak aslında oldukça yakın bir zamanda kurulmuş. Glen Kanyon Barajının inşası sırasında buralara gelen işçiler zamanla bu topraklara yerleşmiş. Daha sonra kurulan termik enerji santrali de göçü arttırmış.
Lake Powell, Glen Kanyonun baraj sularıyla doldurulmasıyla oluşturulmuş bir baraj gölü. Şu an hem Amerika’nın insan eliyle oluşturulmuş ikinci en büyük rezervuarı, hem de yılda 2 milyon ziyaretçi çeken bir turizm merkezi. Çöl güneşiyle yanan kızıl kayalarla, Kolorado Nehrinin serin mavi-yeşil sularının evliliğinden ortaya çıkan manzara seyrine doyulmaz cinsten.
Burada Lake Powell gibi hemen kendini gösteren dev güzelliklerin yanında, bir de kendini meraklı ziyaretçilere saklayan inanılmaz kanyonlar var. Bunlardan en önemlisi Antilop Kanyon. Onbinlerce yıl içinde, dönem dönem oluşan sel sularının kızıl kayaları oymasıyla oluşmuş yüzlerce kanyon var buralarda. Antilop ise aralarında en meşhurlarından.
Uyanır uyanmaz ilk işimiz bizi Antilop Kanyon’da fotoğraf çekmeye çıkaracak bir tur şirketi aramak oldu. Gördüğümüz bir tur şirketinin önüne parkedip içeri girdiğimizde bizi suratsız bir Navajo bayan karşıladı. Tamamen boş olan dükkanın önünün park yeri olmadığını ve arabayı dükkanın diğer yanına çekmemi söylediğinde Seda bu turu çok istediği için alttan aldım. Sabahları çok huysuz olurum (hele ki daha kahvaltı bile etmemişken), herhalde benim negatif enerjim dedim. Arabayı alıp yan tarafa parkettim. İçeri geri girdiğimde telefonda konuşuyordu, kapattığında oldukça ters birkaç laf daha etti. Benim ses tonum biraz yüksektir, kadına normal şekilde birşey sorarken bana sesinizi yükseltmeyin deyince benim sigortalar tamamen attı. Seda’dan hemen tur şirketinden ayrılmamızı rica ettim, yoksa kadına ters birşey söyleyecektim ve işler sarpa saracaktı. Bu satışçıya iş hayatında başarılar dileyip ordan ayrıldık.
Biraz canımız sıkkın otele geri döndük. Neyse ki otelimizin resepsiyonu bize harika bir tur ayarladı. Biz fotoğraf turu istediğimiz için diğer turlardan farklı bir tur ayarladık, şansımıza da tura katılan bir biz vardık bir de tabii rehberimiz George.. George uzun yıllar Büyük Kanyon’da tur rehberliği yapmış bir Navajo yerlisi. Son birkaç yıldır ise Antilop Kanyon’a fotoğraf turları düzenliyor. Hem Navajo’lara dair hem de bu bölgeye dair bütün sorularımızı cevapladı. George epey iri bir adam, biraz o Tarantino filmindeki Machete’yi andırıyor. 45-50 yaşlarında, 5 çocuğu varmış. Son çocuğu da 18 olunca yaptığı ilk iş “artık görevimi yaptım, hadi bana eyvallah” deyip eşini bırakmak olmuş. Şimdi yalnız yaşayıp tur rehberliğiyle geçiniyormuş. Kanyon turuna katılan yeni evli çifte anlatılacak romantik bir hikaye işte ancak böyle olur dedik :)
Ana yoldan ayrılıp rezervasyon yollarına girdiğimizde, tozlar içinde paldır küldür zıplayarak 20 dakika kadar devam ettik. Kanyonun önüne vardığımızda fotoğraf makinalarını ve tripod’u alıp arabadan indik. George fotoğraf çekilecek her köşeyi avucunun içi gibi biliyordu. Seda 45 dakika boyunca her tarafa tripodunu kurup uzun süredir hayalini kurduğu Antilop Kanyonu fotoğrafladı.
İçerisi beklediğimden çok daha karanlık ve soğuktu, benim fotoğraf ilgim de olmadığından ilk 15dk duyduğum hayranlık duygusu ilerleyen dakikalarda yerini donma duygusuna, o yerini şiddetle titremeye ve artık sonlara doğru bir kenarda huzurlu ve sonsuz bir uykuya bırakıyordu ki çok şükür kanyonun sonundaki ışık gözüktü. Güneş beni çağırıyordu, dışarı çıkıp kemiklerimi ısıttım ve kendime geldim.
Kışın kanyonu gezmek için en güvenli zaman çünkü yağış olmuyor. Yazın ise aniden bastıran yağmurlar ve sel suları bu yarıkları dakikalar içinde taşıdığı taş ve toprakla beraber doldurabiliyormuş. Kimileri güvenlik tedbirleri almayıp sel riskine rağmen kanyona girdikleri için epey bir can kaybı olmuş, bu yüzden artık rehbersiz kanyonları gezmek yasak. George turizme açık olmayan daha onlarca bu güzellikte kanyonun olduğunu söyledi.
Öğleden sonra şehre döndüğümüzde epey yorgunduk. Ama Page’deki ikinci ve son günümüz olduğu için Lake Powell’da belki bir bot turu bulabiliriz diye başladık dolaşmaya. Önce limanın olduğu ve bot turlarının düzenlendiği yere gittik ama o gün ve saatte bot turu yapılmadığını öğrendik. Etrafta biraz dolaşıp fotoğraflar çekmeye karar verdik. Bu sırada yol kenarında yüksekçe bir arazide Seda birkaç tane iri ineğin otladığını gördü ve hemen fotoğraf makinesini ve 70-200 lensini çıkarıp uzaktan fotoğraflarını çekmeye çalıştı ancak yine de inekler çok uzağında kalıyordu. Bu esnada küçük bir cipiyle karşı taraftaki çiflikten biri hızla Seda’ya doğru gelmeye başladı. Ben arabada bekliyordum ve birden ortaya çıkan bu arabayı görünce, biraz pimpiriklendim “noluyo” dedim.. bizim hanıma kaçıracaklar galiba!! Ama baktım Seda adamla hemen sohbete koyuldu, megersem adam Seda daha rahat fotograf ceksin diye yardima gelmis, citleri acip Sedayi ineklerin yanina goturdu :)
Seda’nın cipine bindiği adam ineklerin sahibi, kovboy şapkalı sevimli bir Navajo yerlisiydi. Uzaktan fotoğraflarını çekmeye meraklı olan bizim hanım, ineklerin yanlarına gidince biraz tırsmış, hayvanların cüsselerinden korkmuş :)
Cipten inmeden birkaç fotoğraf çekip geri geldi.. Navajo yerlisi bizi çiftlikteki diğer hayvanlarını da görmeye davet etse de biz gün batımında Lake Powell’i tepeden çekme planları yaptığımızdan teklifi için teşekkür edip yolumuza devam ettik..
Ardından gün batışını izlemek için Lake Powell’a tepeden bakan Page’e 3-4 km mesafedeki manzara tepesine gittik. Şansımıza kocaman bir dolunay vardı. Hani o hep filmlerde olur ya koskocaman bir dolunay, bu gerçek olamaz ay bu kadar yakın değil dersiniz içinizden, aynı ay gerçekten burdan koskocaman gözüküyordu.
Güneş batarken kırmızı kayalar pembemsi bir ton alıyor,bir yandan ayın pırıltısı da Lake Powell’a vuruyordu. Ertesi gün için planımız erkenden kalkıp Büyük Kanyon’a doğru uzun yolumuza koyulmaktı.
Büyük Kanyon maceramızı da yakında yazacağız.. Bizi izlemeye devam edin :)
Uçsuz bucaksız kurak arazilerde, Amerika Birleşik Devletlerinin güney batısındaki eyaletleri Nevada, Arizona ve Utah’ta yaptığımız bir haftalık bir araba yolculuğunun hikayesini anlatmaya geldi sıra bugün. Dev bir çölün içinde kıvrılarak giden siyah bir yol, arabamız ve biz. Etraftaki hiçlik ancak bu kadar güzel olur, bu dev kuraklığın içinde neler gizli neler… Doğanın bizlere en büyük armağanlarından, yer yüzünün milyonlarca yıllık hikayesini katman katman anlatan Büyük Kanyon’dan Navajo yerlilerinin atalarından beri bildiği ama biz beyaz adamın ancak son birkaç on yıldır keşfettiği spiral kayalar, daracık Antilop Kanyonlarına… Rüzgarın ve suyun milyonlarca yıl içinde milim milim yarattığı büyüleyici ve korkutucu hoodoo’larıyla Bryce’tan çölün ortasında insanın yoktan yarattığı pırıltılı ışıklar ve günahlar şehri Las Vegas’a kadar…
Amsterdam’dan uçağa bindiğimizde bizi çok uzun bir yol bekliyordu. Minneapolis aktarmalı Las Vegas yolculuğu aktarmalarla birlikte 15 saat sürdü. Jet lag’den vücut saatimiz iyice şaşmıştı. Hava alanına iner inmez önceden ayarladığımız kiralık arabamızı alıp kendimizi Las Vegas’ın neon ışıklı bulvarlarına attık. İnsanı hipnotize eden dev ışıklı panolar ve görsel şovlar var her yerde. Belki bundan yüz yıl önce çöl’de su bulmak bir lüksken bugün tonlarca su havalara ışık ve ses gösterileriyle fışkırtılıp şov amaçlı kullanılıyor artık Las Vegasta. Zaten her tarafta şovlar, sihirbazlar, konserler, sirkler, adım başı bir restoran ya da bar ve tabii ki dev kumarhaneler var.
Açıkçası Las Vegas’a gelmemizin sebebi etraftaki doğal güzelliklere yakınlığı ve erişim kolaylığıydı, sadece bir gece kalacak ve ertesi sabah esas hedeflere doğru yolculuğumuza başlayacaktık. O yüzden Seda da ben de burayı bu kadar beğendiğimize şaşırdık. Bu yolculuğun bizim için anlamı doğa ile başbaşa olmak, fotoğraflar çekmek, sessizliğin tadını çıkarmaktı. Ama ilk gecemizi Las Vegas’ta geçirmek bize önümüzdeki günler için ayrı bir enerji verdi sanırım.
Yorgunluk uzun uçak yolculuğundan sonra erken çöktü, yine de yatmadan önce otelimizin kumarhanesine bir uğramadan edemedik. Bana şahsen müthiş fuzuli bir zevk gibi geliyor kumar. Cidden heyecanını anlayamıyorum, özellikle kollu makinelerin. Yine de buraya kadar gelmişken Seda ile birer dolar attık makinelere ve tatilimiz acaba bedavaya gelir mi diye kolu çektik. Sonuç tabii ki hüsran:) Çok geç kalmadan odamıza gittik ve uyuduk, yarın uzun bir yolculuk bizi bekliyordu…
Sabah oldukça erken uyandık, daha gün yeni doğuyordu, odamızdan Las Vegas’ın silüeti çok etkileyici görünüyordu. Aşağıda kahvaltımızı yaptık, arabamıza atladık ve yola koyulduk. Kasım Ayı buralarda yüksek sezon değil. Dolayısıyla yollar oldukça boş. Çöl’de araba kullanmak müthiş bir keyif, insana huzur veriyor. Bugün ilk durağımız Valley of Fire yani Ateş Vadisi olacak.
Valley of Fire, Las Vegas’a 80km uzakta kırmızı kumtaşlarından adını alan bir doğa harikası. Amerikanın bu küçük ulusal parkında ta dinazorların çağından kalma bu doğal oluşumlar önümüzdeki günler için bizleri neyi beklediği konusunda daha da meraklandırıyor.
Şaşkınlıktan iki adımda bir arabamızı yolun ortasında durdurup, tripodumuzu kurup fotoğraflar çekiyoruz. Hazır bütün park bize kalmış, etrafta bizden başka kimseler yok diyip park bizim gibi takılıyoruz. Biz bu kadar rahat olunca parkın korucuları rangerların dikkatini çektik tabii, ufak ta bir uyarı aldık. Yanımıza çekip ‘güzeller böyle arabayı yolun ortasında bırakıp keyfinize bakıyorsunuz da herşeyin bir usturubu var, şöyle biraz yolun kenarına çekin bari arabayı’ dediler.. Olsun çektik hemen, sonra keyfimize bakmaya devam ettik.
Valley of Fire’ın içinden geçen yolları takip edip ikinci hedefimiz, Amerika’nın en popüler ulusal parklarından Zion Ulusal Parkına doğru yola devam ettik.
Zion Ulusal Parkı, çölün ortasında bir vaha. Yeşil kanyonlar, kırmızı sarp kayalıklar ve masmavi bir gökyüzü. Parka girişte bir harita alıyoruz. Şöyle yazıyor: “Bu kızıl çöller coğrafyasında suyun mucizesi yemyeşil gür bitkileriyle zümrüt bir vaha oluşturuyor.” Gerçekten de öyle.
Bu kızıl kanyon, coşarak akan erimiş kar sularının yüzlerce yıl içinde nasıl zorla dar ve büküm büküm duvarlarına şekil verdiğini gözler önüne seriyor. Dimdik tepelerin arasında akan nehir bütün bu hayatın kaynağı. Binlerce yıldır yaşanan bu topraklar biyolojik zenginliğiyle kendine hayran bırakıyor. Yüzlerce kuş türü, geyikler ve hatta dağ aslanları bile hala bu koruma altındaki parkta özgürce dolaşıyor.
Biz de arabayla giderken önümüzden bir geyik ailesi usulca geçti. İnsanlardan korkuları artık azalmış, burada onlara zarar gelmeyeceğini biliyor, rahat rahat otlarını yiyorlar. Seda arabadan inip yanlarına yaklaştı ve fotoğrafladı onları. O kadar güzeller ki, kocaman gözleriyle yavru geyikler annelerini takip ediyorlar. Biraz ilerde ise kocaman boynuzlarıyla biraz hırçın ama çok güzel bir erkek geyik ailesini izliyor.
Bu park özellikle yazın çok popüler. Çünkü birçok coğrafi özelliği bünyesinde barındırdığı için tırmanışçılardan, canyoningçilere ve trekkingcilere herkes için bir aktivite var. Bizim çok vaktimiz yok çünkü yarın bütün günü Bryce Canyon’da geçirmek istiyoruz ve gece oraya yakın bir otelde kalacağız. Zion’daki 4-5 saatimizi olabildiğince verimli kullanmak için manzaralı araba yolunu takip ediyoruz. Yol üzerinde mola yerlerinde durarak arabadan iniyor, küçük yürüyüşler yapıyoruz.
Zion’un doğasına, dik yamaçlarına biz de hayran kaldık. Yanımızda akan suyun sesi içimize huzur verdi. Gün batımına kadar burada kalıp tertemiz havasını soluduk ve bol bol fotoğraf çektik. Güneşin batışıyla daha bizi uzun bir yol beklediği için Bryce’a doğru yola koyulduk. Yolda yemek ve ihtiyaç molası hariç fazla oyalanmadan 3-4 saat ilerleyip sonunda otelimize vardığımızda baya perişandık. Akşam yemeğimizi otelin restoranında yiyip odamıza çekildik. Seda Bryce Kanyon’da gün doğumunu fotoğraflamayı kafasına koymuştu ve sabah 5 buçukta kalkacaktık. Derin bir uykuya daldık.