İzlanda’ya akşam üstü vardık ve günlerimiz kısıtlı olduğu için (2,5 gün) havaalanından Reykavik‘teki otelimize gitmeden yol üzerinde İzlanda’nın dünyaca ünlü kaplıcası Blue Lagoon (Mavi Lagün)’ün yolunu tuttuk.
Yeraltı lav hareketlerinin ısıtması sonucu yılın her gün ve her saatinde suyun sıcaklığı 39-40 derece burada. İzlanda’nın soğuğunda minerallerin rengini verdiği bu masmavi ve sıcacık sulara atlamak insanı inanılmaz rahatlatıyor. Burası aynı zamanda bir jeotermal enerji santrali, yani bir yandan kaplıcalarla turizmle gelir elde ederken bir yandan da temiz enerji üretiyorlar İzlanda’lılar!
Yer altı sıcak sularının günlük hayatta da birçok faydası var. İzlandalılar evlerinde bu sayede sıcak su sıkıntısı çekmiyorlar. Jeotermal enerji sayesinde evlerini ısıtıyorlar. Havasının tertemiz oluşunu da bir bakıma bu temiz enerji kaynağına borçlu İzlanda..
İzlanda’daki ilk birkaç saatimizi geçirdiğimiz Blue Lagoon’da önümüzdeki günler için bize gerekecek olan enerjiyi toplamış, iyice rahatlamış olduk. Daha sonra otelimize gidip bir sonraki gün yapacağımız altın çember için planlarımızı yaptık.
Sabah kalkar kalkmaz arabamıza atlayıp yola koyulduk. Bu günkü gezeceğimiz bölgeye Altın Çember (Golden Circle) denmesinin sebebi günübirlik bir gezi ile Reykyavik’ten başlayıp bir çember cizerek İzlanda’nın en önemli ve en turistik birkaç bölgesini birden görülebiliyor olması: Þingvellir Ulusal Parkı, Strokkur ile GeysirGayzerleri ve Gulfoss şelalesi en önemli üç nokta. Bunları biz bir krater gölü, kısa bir trekking ve fazladan bir şelaleyle zenginleştirdik.
Þingvellir Ulusal Parkı (Tsingvetlir gibi bişey okunuşu:)) İzlanda’nın ilk kurulduğu, dünyanın ilk demokratik meclislerinden birinin olduğu yer. İzlanda genelde İskandinavya’dan kaçan ya da kovulan Vikinglerin kurduğu bir ülke olduğu için krallara pek tahammülleri yokmuş anlaşılan. İşte tam burda ilk meclislerini oluşturmuşlar ve ülkeyi dönem dönem burada buluşup ortak kararlar alıp bu şekilde yönetmişler. Burası hakkında bir başka enteresan bilgi de Amerika ve Avrupa kıtalarının kırılma noktasında yer alıyor oluşu. Buradaki dev yer çatlağının iki tarafı her yıl birkaç santim birbirinden uzaklaşıyormuş.
Park’ta uzun bir yürüyüş yapıp biraz fotoğraf çektikten sonra arabamıza atlayıp birkaç kilometre sonra yol kenarında parkettik. Kitabımızdan okuduğumuz kadarıyla buradan iki kilometrelik kısa bir doğa yürüyüşüyle çok güzel, küçük bir şelaleye ulaşılıyormuş. Biz de hemen yürüdük tabii ki, doğa sadece bizimdi, bizden başka kimsecikler yoktu.. Sonunda şelaleye vardığımızda biraz dinlendik ve fotoğraflar çektik. Geldiğimize kesinlikle değdi.
Sıradaki durağımız gayzerler diyarı Haukadalur.. Jeotermal açıdan çok aktif bu bölgede yer altı mağaralarına sıkışan sular zaman zaman yukarıya doğru fışkıran gayzerler oluşturuyor. Gayzer konseptine adına veren Geysir burada zaten! Dünyanın en yükseğe fışkıran ikinci gayzeri bu, 60-70 metreye fışkıran kaynar suları var. Ne yazık ki son yıllarda pek aktif değil ve sadece birkaç yılda bir fışkırıyor. Neyse ki dünyanın en güvenilir ve görmesi garanti gayzeri Strokkur da burada! Strokkur aşağı yukarı her beş dakikada bir 30-35 metre yüksekliğe fışkıran çok etkileyici bir gayzer. Ağzımız açık bu doğa harikasını izlemek inanılmazdı.
Daha sonra Gulfoss şelalesine geldik. 20 metre genişliğinde ve 32 metre yüksekliğindeki bu dev şelale azgın sularıyla bir sağ, bir sol yapıyor, daha sonra merdiven gibi iki kat şeklinde sanki yer yarılıyor da bir anda sularını oraya boşaltıyor! Suyun şiddeti o kadar yüksek ki yüzlerce metre uzaktan bile sesi duyuluyor. Yakınına, hemen dibine kadar girmek müthiş bir duygu.
Gulfoss’u da gezdikten sonra artık epey yorulmuş ve Reykavik yoluna koyulmuştuk. Ama bir kitapta yol üzerinde bir krater gölü görme şansımız olduğunu okuyunca durmadan edemedik. Kerid krater gölü bundan 3000 yıl önce içeriye doğru göçen bir volkanik kratere su dolmasıyla oluşmuş ve harikulade güzellikte. Burada Bjork‘ün bir salın üzerinde krater gölünün etrafına toplanan bir kalabalığa bir konser verdiğini duyduk. İnanılmaz bir görüntü olsa gerek.
Reykavik’e döndüğümüzde hem çok yorgun hem de çok açtık. Bir sonraki günkü büyük yolculuk için enerjiye ihtiyacımız vardı. Aradığımız enerjiyi İzlanda’nın inanılmaz kuzusunun lokum gibi etinde bulduk! Seda’yla Paris Cafe’de yediğimiz kuzu hayatımızda yediğimiz en yumuşak, en lezzetli, en sulu kuzu etiydi orası kesin. Karnımız da doyunca kesintisiz bir uykuya daldık..
Bundan aylar önce Ekim’de 3 günlüğüne İzlanda’ya gelmek üzere bir uçak bileti ve otel ayarlamıştık. Sonunda beklediğimiz an geldi ve uzun zamandır hayalini kurduğumuz geziyi tamamladık. İzlanda hayallerimizin bile ötesinde etkisi altında bıraktı bizleri. Başka bir ülkeye değil de başka bir gezegene gelmiştik sanki.
Bildiğimiz coğrafyalardan çok farklı İzlanda’nın coğrafyası. Diğer kıtalara göre çok daha genç bir yer parçası bu.. Atlas Okyanusu’nun tam ortasında, Kuzey Kutup çizgisinin hemen altındaki volkanik bir ada..
İzlanda bulunduğu kuzey enleme kıyasla ılıman bir iklime sahip, bunun sebebi gulf-stream akıntısı. Ülkede aktif birçok volkan var ve ortalama 2-3 yılda bir, biri muhakkak faaliyete geçiyor. Son yıllarda zaten bir kaç kere haber oldu İzlanda bu volkanlarıyla (Eyjafjallajökull adlı, okunması neredeyse imkansız olan volkanın birkaç sene öncesinde patlayıp Avrupa hava sahasını komple bloke ettiğini hatırlarsınız) ama asıl en büyük iki volkan Hekla ve Katla patlamayalı baya olmus ve eli kulağında diyorlar.
Ülke o kadar enteresan bir yer ki, her yıl yer altı hareketleriyle ve patlayan volkanların taşıdığı küllerle yeniden şekilleniyor. 1970’lerde hemen sahile yakın bir ada oluşuvermiş sıfırdan mesela! Gören balıkçılar ilk ne olduğunu anlayamamışlar da yakınlaştıkça görmüşler ki su altındaki bir volkanik patlama sonucu yavaş yavaş denizin üstüne bir kara parçası yükseliyor! Ada oluştuğundan beri sadece bilim adamlarının belirli dönemlerde adaya girmesine izin veriliyor ve yeni oluşan bir adaya hayatın yavaş yavaş nasıl geldiğini, ilk bakterilerden ilk bitkilere ilk yuva yapan kuşlara kadar, sıfırdan bir doğal hayatın nasıl oluştuğunu öğrenmeye çalışıyorlar.
Adanın nüfusu sadece 300.000 ama büyüklüğü Türkiye’nin yarısı kadar. Nüfus’un büyük çoğunluğu zaten Reykavik’te yaşıyor, geri kalanlar da diğer kıyı şeridinde balıkçılık ya da hayvancılıkla uğraşıyorlar. O kadar güzel ki İzlanda’nın koyunu ve atı! İki cins de safkan, ve Vikinglerin onları getirdiği 11-12. yüzyıldan beri başka hiçbir cinsle karışmamışlar.
Ülkeye farklı tip bir at veya koyun sokmak yasak. Hatta İzlanda’dan dışarıya giden İzlanda atlarını bile hastalık gelir diye bir daha ülkeye geri almıyorlarmış! Geniş gövdeleri ve kısa bacaklarıyla inanılmaz güzellikte İzlanda atları. Uzun kahküllerini attıra attıra yürüyorlar. Koyunlar da uzun uzun tüyleriyle, aylarca tamamen özgürce uçsuz bucaksız çimenlerde besleniyor, sonra Ekim-Kasım gibi toplanıp hem güdülüyor hem de artık o en besili halleriyle kesimhaneye doğru yollanıyorlar. Bizim yediğimiz en iyi kuzu eti kesinlikle İzlanda’dakiydi!
Bu kadar felaketler, alev ve buz, başka bir dünyadanmışcasına yer şekilleri, damarlardaki Viking kanı ve savaşlar, çok büyük bir sözlü edebiyata yol açmış. Efsaneler ve hikayeler hala günlük hayatın bir parçası: Elfler, devler, ogrelar, büyücüler.
Çok uzattım biliyorum bu girizgahta, ama heyecanım bitmiyor. Sonuçta bu güzeller güzeli adada biz hayatımızda ilk defa bir gayzer patlamasına şahit olduk, aktif bir volkanın dibine bu kadar yaklaştık, Avrupa’nın en yüksek debili şelalesini gördük, Avrupa’nın en büyük buzulunda buz dağlarının arasında bir bot turu yaptık ve hepsinden ama hepsinden önemlisi Kuzey Işıkları’nı bütün görkemiyle yaşama şansını yakaladık! Detaylar ve Seda’nın diğer inanılmaz resimleri bundan sonraki yazılarda…