Birkaç ay önce ilkine katıldığım fotoğraf atölye çalışmalarının ikincisi geçtiğimiz ay yine Amsterdam’da Megan Alter tarafından organize edildi ve konu olarak bu sefer Mad Men seçildi. Mad Men birçoğunuza tanıdık gelecektir, hani şu 1960larda Amerikada geçen, Amerikanın reklam dünyasını konu alan, 15 Emmy ve 4 Golden Globe ödüllü meşhur Amerikan dizisi.. Ne yalan söyliyim, konusu itibariyle dizi ilk başlarda hiç ilgimi çekmemişti. Neden sonra, sırf onca insan bu diziyi neden bu kadar seviyor ve bu dizi bu kadar ödül alıyor acaba diye merak edip 1-2 bölüm izleyince birden ben de Man Men delisi olmuştum.. Bütün bölümlerini büyük bir heyecanla ve ilgiyle seyretmiş, tüm sezonları 2-3 hafta içinde bitirmiştim.
Diziye bakış açımı 180 derece değiştiren şey ne miydi? Şöyle özetleyeyim: dizi sadece 1960lardaki reklamcılık sektörüne değil dönemin Amerikan toplumuna ve kültürüne de ayna tutuyor. Sigara ve alkölün işte, evde, hatta hamilelikte yaygın bir şekilde içilmesi gibi günlük alışkanlıklardan tutun da, ırkçılık, kimlik çatışması, karşı kültür, kadın-erkek eşitsizliği, feminizme kadar birçok toplumsal gerçek gözler önüne seriliyor. Ayrıca 60ların önemli siyasi olaylarını da karakterlerin hayatları üzerinden aralara serpiştirmekten geri kalmıyor. Dönemin iş hayatını, toplumsal ve siyasi olaylarını incelikle yansıttığı için de onca ödülü toplamış olmasına pek şaşırmamak gerek..
Diğer taraftan eğer modaya meraklıysanız, ve 60ların modasını tekrar yaşamak isterseniz Mad Men tam aradığınız dizi.. Dönemin giyim kuşamını, stilini gerçekten çok güzel yansıtıyor. İnsanın saçlarını 1960 modasına sokası, Betty Draper’in giydiği o kabarık etekli elbiselerden giyesi geliyor. Erkeklerin giyim tarzı da klasik ama bir o kadar şık. Bence 1960lar modasının tek sıkıntısı göbek deliği hizasındaki pantalonlar. Tamam 1960larda ben daha embriyo bile değildim ama çocukluğumda yüksek belli pantalonlardan giydiğimi bal gibi hatırlıyorum, ama gel gör ki pek hatırlamak istemiyorum.. off neydi o pantalonlar oyle.. iyi ki zamanla değişmiş pantalon belleri :))
Neyse lafı daha fazla uzatmayayım, gelelim fotoğraf çalışmasına.. 11 fotoğrafçı, 5 model, 4 stilist, ve 1 kameramanın bir araya geldiği atölye çalışmasının ardından benim çektiğim fotoğrafları sizlerle paylaşmak isterim. Benim favorilerim siyah beyaz portreler.. Sizin favoriniz hangisi? Yorumlarınızı bekliyorum ;)
İzlanda’dadaki son günümüz için hedef çok büyüktü. Reykavik‘e tam 450km uzaklıktaki buzullar lagünü Jokursarlon‘a gitmek istiyorduk. Arabayla 450km gider, gelirsek çok yorulacağımıza ve günün keyfini çıkaramayacağımıza karar verip internetten iyi değerlendirmeler almış bir tur şirketinden (Extreme Iceland) otobüs turu ayarladık.
Sabah erkenden başladığımız turda hedef İzlanda’nın bütün güney sahilini baştan başa kat ederken aklımızda görmek istediğimiz bütün noktalarda birer birer durup fotoğraf çekmekti. Şansımıza çok keyifli bir ekibe ve harika bir tur rehberine denk geldik. Bütün yol boyunca İzlanda tarihi, coğrafyası, sosyal ve ekonomik durumu hakkında her konuya değindi.
En çok görmek ve fotoğraflamak istediğimiz yerlerden biri denizi bir hançer gibi yaran siyah bazalt kayalıkların olduğu sahil kasabası Vik’ti. Turumuzda ancak hava karardıktan sonra, Reykavik’e dönerken, akşam yemeği için Vik’te duracağımızı duyunca biraz üzüldük. Vik ve kayalıkları arkamızda bırakmış ilerlerken ilk durağımız Seljalandfoss şelalerine vardık.
60 metre yükseklikten düşen bu şelaleyi gören herkes otobüsten hızla inip yanına koşmaya başladı. Fotoğraf karesine hiçbir insanın girmesine tahammülü olmayan Seda durur mu? Kalktı depara! Bir yandan koşuyor, bir yandan tripodunun ayaklarını açmaya uğraşıyordu… Ben bu arada mümkün olduğu kadar yakınına yaklaşıp şelalenin gürültüsünü kemiklerime kadar hissetmeye çalıştım. Bir yandan bir sis şeklinde şelaleden gelen su damlalarıyla ıslanıyordum. Doğa’nın böyle bir güzelliğine bu kadar yakın olabilmek… Daha günümüz yeni başlıyordu, 15-20 dk içinde toparlanıp otobüsle bir sonraki kısa durağımıza doğru yola çıktık.
İkinci kısa molamız 2010 yılında patlayıp Avrupa’da hava trafiğini felç eden Eyjafjallajokull yanardağının eteklerinde oldu. Burada yıllardır çiçek üreten bir çiftliğin önünde durduk. İzlanda’daki volkanların birçoğunun üzeri buzullarla kaplı, hal böyle olunca yanardağ patlamaları genelde fışkıran lavlar şeklinde olmuyor. Lavlar buzla karşılaşınca genelde havaya sadece dev kül bulutları ve zehirli gazlar fışkırıyor. Kilometrelerce civardaki heryer küllerle kaplanıyor. 2010’da yükselen kül bulutları rüzgarın da etkisiyle Avrupa hava sahasını bile ciddi anlamda kaplamış benzeri görülmemiş uçak gecikmelerine yol açmıştı. İş küllerle de bitmiyor, eriyen buzullar birkaç gün içinde kritik yoğunluğa ulaşıp artık engel tanımaz hale geldiklerinde genelde inanılmaz şiddetli sellere yol açıyorlarmış. Yani volkan patlamaları genelde alev ve yangınlar değil, kül bulutları ve seller şeklinde vuku buluyormuş. Neyse gene uzattım lafı. İşte bu mola verdiğimiz çiftlik 2010’da tamamen küller altında kalmış ama Reykavik’ten yardıma gelen halkın sayesinde imece usulü üzerindeki küller kazılmış ve tekrar ortaya çıkarılmış. 2011’de toprakları daha da verimli hale geldi diyor bizim rehber, küllerinden doğmuş anlayacağınız…
Daha sonra bir benzin istasyonunun restoranında öğle yemeği için mola verdik. Menümüz tabii ki kuzuydu. Ağır ağır pişmiş kuzu budunu gravy sos ve yanında patates graten verdiler. Ne benzinciler var yarabbim dedim indirirken mideye. Harikaydı.
Artık bir daha durmadan ve hava çok kararmadan Jokulsarlon’a doğru yola çıktık. Yolda İzlanda’nın en yüksek tepesi olan Hvannadalshnjúkur‘un (2110m) yanından geçtik. Oldukça ihtişamlı gözüküyordu. (Coğrafya derslerimi iyice unutmuşum eve gelince merak edip Ağrı’nın yüksekliğine baktım 5137m imiş! Oraya da gideriz bir gün umarım… Bizim memlekette neler var da daha sıra gelmedi.)
Sonunda akşam üç gibi Jokulsarlon‘a vardık. Jokulsarlon, Vatnajokulbuzulundan kopan buzdağlarının Atlantik Okyanusuna giderken oluşturduğu 17 kilometrekarelik bir lagün. Lagün 600 metre derinliğinde! Bu kadar derin olmasının sebebi buz dağlarının yıllar içinde dibini kazıması. Buzdağlarının görülen yüzleri en fazla birkaç metre, suyun altındaki kısımları ise çok daha uzun. Yüzen buzdağlarını izlemek müthiş bir güzellikti; aralarında oyunbazca yüzen foklar da bonusumuzdu..
Biraz sonra bot turuna katılacaktık ama önce hemen yakındaki bir tepeye çıkıp seyreyledik etrafı. Oturduk Seda’yla el ele ve iyice içimize çektik tertemiz, serin, çıtır çıtır havasını bu buzullar diyarının.
Vakit gelince hem karada hem suda gidebilen bir araca bindik ve yavaş yavaş göle girdik. Yakınlaşmak daha da büyük bir keyifti, bazıları beyaz, bazıları kimbilir hangi volkanik patlamanın külleriyle siyahtı, bazıları ise mavi bir kristal gibiydiler, sanki devasa birer değerli taş gibi. Öğrendik ki rengini veren buzun yoğunluğu ve ışığın kırılma açısıymış. İyice sımsıkı olan buzlar mavi gözüküyor, biraz eriyip içine hava girenler ise beyaz gözüküyormuş. Rehberimiz bir yandan coğrafyayı anlatırken, bir yandan bir buzuldan bir keser yardımıyla bir parça kopardı. Bu vesileyle belki de onbinlerce yıldır donmuş şekilde duran bir buz parçası ağzımızda suya dönüştü.
Jokulsarlon hakkında bir başka ilginç hikaye de burada birçok ünlü Hollywood filminin çekilmiş olması. Batman Begins, Tomb Raider, James Bond:Die Another Day bunlardan yalnızca birkaçı. James Bond’un çekimleri için göl iki üç gün lagünün okyanusa döküldüğü yer kapatılıp üzeri tamamen buz tutturulmuş! Ve onyıllardır beki de ilk defa gölün üzerinde yürüyebilmiş insanlar! Çekimler sonrası hemen birkaç gün içinde normal haline geri dönmüş lagün.
Bot turumuzdan sonra otobüsümüze geri döndük. Biz de iyice yorulmuştuk, akşam yemeğimizi yiyeceğimiz Vik‘e kadar durmak yoktu. Şansımıza Vik’e vardığımızda hava birazcık da olsa aydınlıktı. Bütün otobüs restoranın yolunu tutarken, Seda ile biz sahile ve kayalıklara doğru koşmaya başladık. Gece oluyordu, vaktimiz çok kısaydı ama hem bu doğa harikalarını yakından görmek hem de fotoğraflamak istiyorduk. Sahil çok soğuk ve rüzgarlıydı. Dev kayalardan bir dalgakıran oluşturmuşlar deniz kenarında. Kayaların üzerinde seke seke ilerledik. Tripodu kurabilecek bir düzlük arayıp birkaç resim çektik. Hava iyice karardı, birden rüzgar da şiddetini arttırdı. Yağmur da yağmaya başlayınca artık daha fazla dayanamayıp otobüse geri koştuk. Yine de kesinlikle sahile indiğimize değdi. O soğuk ve karanlıkta denizdeki bazalt kayalıklar, ve yanlızca biz ikimiz vardık sahilde, gergin bir bilim-kurgu filmin içindeydik sanki….
Geçen seneki düğün fotoğrafları denememin ardından, bu sene yine iki ayrı düğünde arkadaşlarımın en mutlu anlarını belgeleme şansım oldu. Aslında düğünler Eylül ayındaydı ama fotoğrafların düzenlemesi yaklaşık 1 ay sürünce ancak fırsat bulup onları yazıya dönüştürebildim.
Düğünlerden ilki Türkiye’de Arzu ile Onur’un düğünüydü. Arzu benim üniversiteden sınıf arkadaşım ve çok yakın dostum. Üniversiteden sonra ayrı şehirlerde hayatlarımıza devam etmemiz dostluğumuzu hiç etkilemedi. Hani seneler geçse de ve siz sadece arada sırada görüşebilseniz de tekrar bir araya geldiğinde aynı sıcaklığı ve dostluğu yaşamaya kaldığınız yerden devam edersiniz ya, işte öyle.. Tanıdığım en kibar, en güzel ve en başarılı kadınlardan biri Arzu..
İş hayatındaki başarısında aşk hayatındaki mutlu birlikteliğinin de etkisi büyük tabii.. Onur’la yaklaşık 10 senedir mutlu ve huzurlu bir beraberlikleri var. Arzu ne kadar hareketliyse, Onur da bir o kadar sakin, soğukkanlı.. Büyük aşklarının sırrı bu dengede olsa gerek :)
Düğünden önceki gece Arzu’da kalınca, sabah erkenden başladım düğün günü hikayesini çekmeye (Belgesel (Hikaye) Düğün Fotoğrafçılığı), uyanır uyanmaz başladım Arzu’yu takibe :) Arzu ve Işıl teyzeyle (Arzu’nun annesi) beraber aheste aheste, bol sohbetli güzel bir kahvaltı yaptık. Arzu sık sık Onur’u arıyor, “ne alemdesin, ne zaman geleceksin, daha traş da mı olmadın?” şeklinde Onur’u yokluyordu.
Hazırlıklar bitince Onur’un da (biraz rötarlı) gelişiyle düğün mekanına doğru yola koyulduk.
Düğün İstanbul’da Moda Deniz Klubündeydi, ve muhteşem boğaz manzarası eşliğinde nikah ve düğün burada gerçekleşecekti.
Akşam saat 18.30 gibi gelin ve damadın hazırlıkları bitti ve düğün mekanının fotoğrafçısıyla fotoğraf çekmeye gittiler. Gönül isterdi ki mekan fotoğrafçısından önce ben de birkaç portre fotoğraflarını çekebileyim ama vakit dar olunca maalesef ona fırsat olmadı.
Gün batımındaki Boğaza nazır nikah töreni, ardından enfes yemekler ve DJ eşliğindeki çılgın danslarla harika bir düğün oldu Arzu’yla Onur’un düğünü. Bence en bomba jest de dans pistinde bayan misafirlere dağıtılan dore rengi patiklerdi. Arzu ve ben dahil birçok bayan topuklu ayakkabılardan kurtulmanın verdiği rahatlıkla bir ohhh çekti ve gece bitene kadar doyasıya dans etti..
Mutluluğunuz daim olsun sevgili dostlar..
Not 1:O gün çektiğim fotoğraflardan küçük bir derleme :)
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Not 2: Bu seneki ikinci düğün bir sonraki yazıya..
Ailecek en büyük tutkularımızdan bir tanesi sinema… Ne şanslıyız ki bizim gibi sinema tutkunları için Amsterdam cennetten bir köşe. Her sene birçok festivale ev sahipliği yapıyor, biz de Amsterdam’da gerçekleşen tüm film festivallerine gitmeye çalışıyoruz. Bununla da kalmıyoruz! Ben bir de festivallerde gönüllü çalışıp iki hobimi aynı anda gerçekleştiriyorum: Sinema ve fotoğrafçılık..
Her sene Ağustos ayında gerçekleşen Amsterdam Dünya Sinema Festivali’nde geçtiğimiz sene ve bu sene gönüllü fotoğrafçılık yaptım. Böylece festival camiasına ufak da olsa bir adım atmış oldum, hem de festival fotoğrafçılığı konusunda deneyim kazandım. 3-4 hafta önce bir de Amsterdam Türk Film Festivali olacağını öğrenince (bu sene 3. düzenlenen) hemen gönüllü fotoğrafçı arıyorlar mı diye araştırmaya başladım. Gel gör ki websitesinde konuya dair bir bilgi bulamadım ama yine de kısa bir mail atıp şansımı deneyeyim dedim. Tesadüf bu ya, festival görevlileri teklifime sıcak baktılar ve bana (ve diğer iki arkadaşıma – Andreia ve Oliver) bu görevi verdiler.
Bu sene Türkiye ile Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı olması sebebiyle Dışişleri Bakanlığı’nın da desteklediği festival büyük bir bütçeyle hazırlanmıştı. Şehrin en güzel mimari yapılarından biri olan Pathe Tuschinski’de 20-23 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen festivale ilgi çoktu. Türk sinemasının tanınmış yazar ve yönetmenleri ile tanışmak ve fotoğraflarını çekebilmek benim için heyecan vericiydi; Caner Alper (Zenne), Ümit Ünal (Nar), Barış Pirhasan (Kurtuluş Son Durak), Kadir Balcı (Turquaze) bu değerli isimlerden bazıları.. Ayrıca festivale katılan yönetmenlerin birkaçının hem filmlerini izleme hem de filmlerin gösterimleri ardından yönetmenlerle yapılan soru cevap kısımlarında fotoğraflarını çekme şansım oldu.
Festival kapsamındaki filmlerin hepsi birbirinden güzeldi. Amsterdam’a bu festivali kazandıran ve programı itinayla hazırlayan 7Hills Foundation’ı ve tabii bütün değerli yönetmenleri, yazarları, yapımcıları, oyuncuları canı gönülden tebrik ediyorum. Umudum festivalin başarısını önümüzdeki senelerde artarak sürdürmesi ve özellikle Hollanda’da yaşayan Türklerin bu festivale sahip çıkması ve gereken ilgiyi göstermesi…
Chefchaouen, Fas’ın iç kısımlarında Rif dağlarının eteklerine kurulmuş küçük ama sempatik bir kasaba. Denizden bu kadar uzak olup deniz kenarındaymış hissi yaratan bu kasaba, çivit mavisine boyanmış evleri sayesinde attığınız ilk adımdan itibaren sizi etkisine alıyor.
Fas’ta gezdiğimiz diğer şehirlerden (Marakeş, Tanca, Fes, Meknes, Volubilis) çok farklı bir yer burası.. Güzelim dağ havası ve yeşil bitki örtüsüyle doğa dostlarını kendine hayran bırakan; günlük koşuşturmacadan uzaklaşıp kafasını dinlemek isteyenlere bolca huzur sunan Chefchaouen, midesine düşkün olanlar için de güzel lezzetler vaadediyor.
Yaklaşık 4 saatlik ziyaretimizde önce Chefchaouen’in sokaklarında kayboluyoruz ve bol fotoğraf çekiyoruz. Daracık sokaklarında çocuklar top oynuyor, kediler kapı kenarlarında dinleniyor, erkekler kahvede sohbet ediyor ve turistler kasaba meydanında gölgeleniyor.
Biz de iyice yorulunca kasaba meydanındaki bir restaurantta kendimize harika bir ziyafet çekiyoruz. Fas’daki tek lezzetli balık yemeğine dağların ortasındaki bu kasabada rastlamamız bizim için gerçekten enteresan ama hoş bir tecrübe oluyor..
Chefchaouen’e İspanyol ve Fransız gençlerin talebi yoğun ve bu talebi karşılamak üzere 200 otel ve pansiyon kurulmuş ufacık kasabaya. Biz buraya konaklamak amacıyla değil geçerken uğramak üzere geldiğimizden oteller hakkında pek fikrimiz yok ancak programımız bu kadar yoğun olmasa ya da daha uzun bir tatilimiz olsa kesinlikle burada 3-4 gün geçirmek isterdik.
Siz de benim gibi fotoğrafa meraklıysanız ya da kafanızı dinleyebileceğiniz küçük, huzurlu bir köşe arıyorsanız, burası tam size göre! Fas’a gitmişken bu şirin kasabaya uğramayı ihmal etmeyin, sizi hayal kırıklığına uğratmayacağına emin olabilirsiniz.
Yok canım, kimseden intikam almaya çalıştığım falan yok.. Kavgadan gürültüden uzak, barıştan ve sevgiden yana bir insanım ben. Evet bazen çabuk sinirlenirim ama kin tutamam, hemen söner ateşim. Hatta yarına unuturum neye sinirlendiğimi. Ama gel gör ki intikam filmlerine bayılırım! Kendi düğününde eski sevgilisi/patronu tarafından başına kurşun sıkılarak komaya sokulan ve karnındaki bebeği kaybeden, kanlı gelinin intikamını ise belki 3-4 kere izlemişimdir şimdiye kadar. Evet doğru bildiniz, Kill Bill’den bahsediyorum. Quentin Tarantino hayranı olup da Kill Bill’e hayran olmayan yoktur heralde.
İşte bu sebeptendir ki Amsterdam’da Kill Bill konulu bir fotoğraf çekimi düzenlendiğini duyar duymaz hemen başvurdum. Aktiviteyi Amsterdam’a birkaç yıl once taşınmış Amerikalı genç bir fotoğrafçı (Megan Alter) düzenliyordu, ve çekim için 3 model ayarlamıştı. Her biri filmden bir karakteri (O-Ren İshii, Budd, Gogo Yubari) canlandıracaktı ve katılan herkes 4 dakika boyunca modelleri yönlendirecek ve fotoğraflarını çekecekti. Toplamda etkinliğe katılan 15 kişi vardı ve 3 saat süren çekimler modeller için yorucu, fotoğraf çekenler için ise hem eğlenceli hem de zorlu geçti.
Çektiğim yüzlerce fotoğraf arasından en beğendiklerimi seçtim..
Bunun üstüne bir Kill Bill daha izlenir artık :)
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Fotograflar: Seda Cinar Ceyhan
Modeller: Louise Lam, Aubrey Reeves and/or Yanick Schults
Portre fotoğrafları çekerken ışık nasıl kullanılır konulu kısa ve öz blog yazısına hoşgeldiniz :) Bildiğiniz üzere fotoğraf kursuna gitmeye devam ediyorum, ve işte bu konu en son dersimizde üzerinde durduğumuz hatta pratik yaptığımız konuydu. Stüdyo ya da ev ortamında farklı açılardan kullanılan tek bir ışık kaynağının fotoğraf üzerindeki etkilerini pratikte görme şansına sahip olduk. Çalışmamızda sadece bir stüdyo flaşı kullandık ve ışığın model üzerine düşüş açısı, modele yakınlığı/uzaklığı ve ışığın gücünün fotoğraf üzerindeki dramatik etkisine değindik. Ben de bu derste çektiğim fotoğraflardan birkaçını sizlerle paylaşmak istedim.
Aralarından sadece bir tanesi farklı ışıkta çekildi, bilin bakalım hangisi? :))
Haklısınız bir süredir yemek tarifleri yazamıyoruz, çünkü maalesef Hakan 3 hafta önce şiddetli bir grip geçirdiğinden beri evde genelde hastane yemeklerini aratmayacak yağsız tuzsuz yemeklerle besleniyoruz.. Tamam ben hasta olmadım, benim iştahım yerinde maşallah ama Hakan yiyemeyince benim de kendime ayrı yemek yapasım gelmiyor tabii.. Anca beraber kanca beraber dimi? ;)
Diğer taraftan bildiğiniz üzere Şubat ayında fotoğraf kursuna başladım, ve şimdiye kadar 3 ders aldım. Dersler eğlenceli geçiyor, her dersin sonunda ödevlerimizi alıyoruz ve bir sonraki derse kadar ödev konuları üzerine fotoğraflarımızı çekip basıyoruz ve derse getiriyoruz. Şimdilik sadece siyah-beyaz fotoğraf çalışmaları yapıyoruz, renkli fotoğrafa ilerleyen derslerde geçiş yapacağız.
Ödevlerimden bir tanesi araba detayları idi.. Geçen hafta fellek fellek evin ve işyerimin etrafında dolaşıp meraklı ve hatta şüpheli bakışlar arasında araba detayları projemi tamamladım. Bakalım en çok hangi fotoğrafı beğeneceksiniz :)
Fotoğraf çekmenin teknik özelliklerini ve püf noktalarını kitaplardan okumak iyi hoş tabii ama tek başına okuyup anlamak iyi fotoğraf çekmek için yeterli olmuyor.. Okuduklarını hayata geçirmek ve kendini geliştirmek için bol bol fotoğraf çekmek şart.. Fotoğrafların konusu bir insan olabileceği gibi, bir obje, bir dağ manzarası ya da bir araba yarışı da olabilir. Özellikle konusu insan olan fotoğraflarda, bilhassa da portre fotoğraflarında poz verecek birini bulmak pek de öyle kolay değil.. Malumunuz evde bana poz verebilecek sadece bir kişi var ve ne kadar şanslıyım ki sevgili eşim fotoğraf için poz vermekten pek hoşlanan biri değil :) Hal böyleyken bana mankenlik yapabilecek başka birilerine ihtiyacım var… Bana poz verebilecek, ya da poz vermese bile hareketlerinden ilginç pozlar yakalayabileceğim en sevdiğim iki konu mankeni, çok sevgili yeğenlerim; Hasan (4,5) ile Ali Deniz (1).
Yeğenlerimin fotoğraflarını çekmekten büyük keyif alıyorum. Bunun temel iki sebebi var: 1. Dünyalar tatlısı iki yeğenimi de çok seviyorum. Onların her bakışına, hareketine ve gülümsemesine bayılıyorum. 2. Onlardan uzakta yaşadığım için seyrek de olsa her bir araya gelişimizde mümkün olduğunca çok fotoğraflarını çekip onların her hareketini hatırlamak, onlardan ayrı kaldığımda fotoğraflarına tekrar tekrar bakıp o anları yeniden yaşamak istiyorum.
Diğer taraftan çocuk fotoğrafları çekmenin de getirdiği bazı zorluklar da var tabii.. Bir kere çok hareketliler :) Sizin çocuklarınızı ya da yeğenlerinizi bilmem ama benim yeğenler pek yerinde durmayan çok zıpır ufaklıklar.. Bir de fotoğraf çektiğiniz ortamın ışığı az ise hızlı fotoğraf çekmenin (pozlama süresini kısaltmanın – enstantene değerini düşürmenin) ve anı yakalamanın tek çaresi ISO değerini artırmak ve ışığa duyarlılığı artırmaktır.. Bu ve benzeri durumlarda (ışığın az olduğu ve hareketin çok olduğu) anı yakalamak için mecburen ISO’yu artırırız..
Bir not: Her ne kadar ilk bakışta “o zaman ISO’yu artırırım hem ışıktan hem de zamandan kazanırım” şeklinde bir fikir oluşsa da ISO arttıkça dijital fotoğrafta “noise” denen küçük noktacıklar ortaya çıkar..Bu da netlikten feragat etmemize neden olur.
Diğer bir zorluk ise fotoğrafı çekerken çocuğun (özellikle bebeklerin) kameraya bakmasını ve gülümsemesini sağlamak.. Çocukların gülümsemesi dünyalara bedeldir ve fotoğrafları da bir o kadar güzeldir.. İşte o anı fotoğrafa yansıtmak için çeşitli yollar denersiniz, taklalar atarsınız, şebeklik yaparsınız, farklı bakış açılarından dikkatini çekmeye çalışırsınız.. Ayrıca anne, babadan yardım istemekte büyük fayda var.. Çocukla en çok vakit geçirenler ve çocuğun ne tür oyunlardan hoşlandığını ve ne numaralar yaptığını en iyi bilen onlar olduğu için size çocuğun nasıl dikkatini toplayabileceğiniz konusunda önerileri olacaktır ;) Örneğin annenin ya da babanın, siz fotoğrafı çekerken sizin arkanızda durup çocuğun dikkatini kameraya doğru çekmesi hayat kurtarıcı olabilir..
Velhasıl gel gelelim benim portre çalışmama.. Geçtiğimiz haftasonu Türkiye’deydim, ve yeğenlerimden birini (Ali Deniz) bir günlüğüne de olsa görme şansım oldu.. Fırsat bu fırsat deyip portre çalışmalarıma başladım. Aralarından en çok beğendiklerimi burada bulabilirsiniz.
Keyifli seyirler…
Fotoğraflar: Ali Deniz yemek yerken, oyuncaklarını severken ve anne-babasıyla oynarken..
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Bir not daha: Diğer yeğenim Hasan’ın portreleri bir başka yazıya..
Uzun zamandır yemek ve fotoğraf maceralarımızı anlatacağımız bir blog yazmayı tasarlıyorduk.. Gün bugündür! Şimdi başlıyoruz..
Bu blog aslında bizim görsel hafızamız olacak.. Yemek yapmak ve fotoğraf çekmek konusunda biz kendimizi geliştirmeye çalışırken yaşadıklarımızı, tecrübelerimizi, maceralarımızı blogumuzda anlatmaya gayret edeceğiz.
Eğer siz de yorumlar yazar, bize yeni tarifler yollar, bir fotoğrafı nasıl daha iyileştirebileceğimiz konusunda bize fikirler verir, beğendiklerinizi ve beğenmediklerinizi bizimle paylaşırsanız şahane olur!! Biz blog dünyasının iki çömezi, yorumlarınızı bekliyoruz:)