Amsterdam Yeme İçme Rehberi

Son güncelleme: 28 Ocak 2017
Geçen gün düşündüm de, Amsterdam’da yaşamaya başlayalı 3-5 sene oldu ama blogumuzda bir tane bile Amsterdam yazısı yok.. Amerika macerasına kısa bir ara verip bu güzel bahar aylarında Amsterdam’a gelecekler için bir yazı yazalım dedik :)
Şimdi kalkıp Amsterdam’ın tarihinden girip müzelerinden ve görülecek yerlerinden çıkmaya kalksak bu yazı çok uzayacak. Eğer aradiginiz oyle bir post’sa sizi sevgili Gokce ve Fatih’in blog yazisina gonderelim, harika tüyolar bulabilirsiniz.. Biz en iyisi blogumuzun da başlıca iki konusundan biri olan yemek temalı bir yazı yazalım, hem de Amsterdam’a yolu düşenlere faydamız dokunsun :)
Bizim Amsterdam’a yolu düşen dostlarımızla paylaştığımız bir mekan listemiz var. Ara sıra listemizi güncelliyoruz, keşfettiğimiz yeni mekanları ekliyoruz. Yalnız şunu baştan belirtmekte fayda var. Bizim listemizde “seçkin” Hollanda mutfağını tadabileceğiniz mekanlar yok. Sebebi de zaten çok kısıtlı bir mutfak olan Hollanda mutfağını pek tercih etmiyor olmamız.. O yüzden Hollanda yemekleri tadacağınız mekanlar arıyorsanız, boşuna vakit kaybetmeyin, hemen google amcaya geri dönün :) Biz genelde Italyan, İspanyol, Meksika, Belçika, Japon yemeklerini ve lezzetli kırmızı et yiyebileceğimiz mekanları tercih ediyoruz. Tabii mutlaka daha denemediğimiz ama yemekleri muhteşem yerler vardır, ama biz bildiğimiz, dostlarımızı gönül rahatlığıyla yönlendirdiğimiz mekanları sizlerle de paylaşmak isteriz. Eğer cocuklu bir aileyseniz, son yazımıza da bekleriz (Cocuklu Aileler icin Amsterdam Rehberi).
Google Maps uzerinde bahsettiğimiz yerleri işaretledik, umarız işinize yarar:
Öncelikle otel kahvaltısını beğenmediyseniz ve güzel bir kahvaltı yapmak istiyorsanız gidilebilecek yerlerden bazıları şöyle:
Lunchcafe Single 404 – Özellikle haftasonu erken saatte gitmekte fayda var, rezervasyon almıyorlar. Sandviçleri çok lezzetli.. (Singel 404)
Dignita – Kahvalti, brunch ve ogle yemegi sunan bu cafede menudeki tum secenekler cok lezzetli. Iceriklerinin yerel mahsullerden ve de serbest dolasan tavuklarin yumurtalarindan olusmasi da cabasi. Iki farkli lokasyonda hizmet veriyor, haftasonlari rezervasyon alinmiyor. Sira beklememek icin erken gitmekte fayda var. (Koninginneweg 218h Vondelpark ve Nieuwe Herengracht 18a Hoftuin)
Sandwichshop Vennington – Ufak, yol üstü bir mekan. Hava güzelken dışarda oturmak keyifli, sandvicleri taze ve lezzetli. Rezervasyon alınmıyor.. (Prinsenstraat 2)
Vinnies – Haarlemmerstraat’da (Dam meydanina yakin) seker bir cafe. Menusu oldukca zengin.. Kahvalti, kek, sandvic, salata ve corbalarda organik urunler kullaniliyor.
Greenwoods – İngiliz kahvaltısı sevenlere şiddetle tavsiye edilir (Keizergracht 465)
De Ysbreeker – Amstel nehri kenarında, geniş iç mekanı ve büyük bir terası olan, taze sandviçler ve enfes tatlılar yiyebileceğiniz bir mekan.. (Weesperzijde 23)
DSC_0017
Cafeler:
Gün ortasında gidilebilecek birkaç cafe seçeneği..
Cafe de Jaren – Kanal kenarında hoş bir terası olan mekan.. Güzel havalarda terasta yer bulmak zor olur ama hemen pes etmeyin, manzara beklemeye değer (Nieuwe Doelenstraat 20)
Jordaan’da çok iyi Hollanda usulü elmalı tart (apple pie) yapan mekan: Winkel 43  (Noordermarkt 43)
Öğlenden sonra canınız pizza mı çekti? Güzel havada kanal kenarında küçük bir banka oturup muhteşem bir pizza yemenin zevki bir başka olur. Jordaan’daki Da Portare Via sizin için doğru adres…
Yoksa canınız hamburger mi çekti? O zaman Amsterdam’ın bize göre en iyi hamburgecisi olmaya aday Lombardo’s u denemeden geçmeyin. Lombardo’s müzeler meydanına çok yakın.. İçerde oturulacak yeri yok ama kapısının önündeki bankta hamburgerinizi afiyetle yiyebilirsiniz..
Hem öğlen yemeği hem de akşam yemeği için uygun harika bir piliç çevirmeci olan Bierfabriek‘i de şiddetle tavsiye ediyoruz. Burada kendi üretimleri olan biraları eşliğinde cok lezzetli bir yemek yiyeceğinizi garanti ediyoruz.. Yerde fıstık konsepti de hoşunuza gidebilir. İçeri girdiğinizde daracık bir girişle karşılacaksınız ancak pes etmeyın be arka tarafa doğru devam edin.. Arkadakı masalar ve alan oldukça geniş ve hatta çocuklu aileler için de ideal..
Eğer Amsterdam’da vaktiniz bolsa, biraz şehirden uzaklaşmak ve Amsterdamlıların gittiği bir mekana takılmak isterseniz Noorderlicht tam size göre (NSDM Straat 102). Merkez tren istasyonundan ücretsiz feribotla 15 dakikalık bir yolculukla karşıya geçip, hangarların arasından kısa bir yürüyüşle buraya ulaşabilirsiniz. Özellikle güneşli ve sıcak havalarda çok keyifli vakit geçirebilirsiniz.
Açık hava pazarları:
Amsterdam’da hem taze sebze ve meyveler, atıştırmalıklar bulabileceğiniz, hem de açık havada alışveriş yapabileceğiniz pazarlar var. Bunların en önemlileri şöyle:
En meşhuru Albert Cuyp Pazarı – Albert Cuypstraat (De Pijp) Organik pazar – Noordermarkt (Jordaan, Noorderkerk yanında) Bit pazarı – Waterlooplein (Stadhuis-Muziektheater kompleksine yakın) Çiçek pazarı – Bloemenmarkt (Singel, Koningsplein ile Muntplein arasinda)
Pazarlar hakkında daha detaylı bilgi ve kuruldukları günler icin buraya tıklayın..
Restoranlar: 
Peki akşam yemek için nereye gitmek istersiniz? Eğer bizim gibi salaş yerlerden hoşlanıyorsanız, size sunabileceğimiz seçenekler şunlar:
De Zotte (Raamstraat 29) – Belçika mekanı. Saat 4te aciliyor. Envai çesit Belçika birası ve güzel yemekleri var.. Genelde akşamlari kalabalık oluyor, erken gitmekte ya da rezervasyon yapmakta fayda var.
Cafe Klos (Kerkstraat 41-43) – Acayip güzel kuzu kolu (lamb shoulder) yapıyorlar, uzun uzun pişiyor, yumuşacık oluyor et.. Rezervasyon yapılmıyor.
Japan Inn (Leidsekruisstraat 4) – Çok iyi suşi yapiyorlar, ızgaraları da harika.. Rezervasyon yapılabiliyor.
Los Pilones (bir Kerkstraat 63, bir de Jordaan’da var) – Enfes Meksika yemekleri, ve margaritaları var. Jordaan’dakinde rezervasyon yapılabiliyor.
Pata Negra – Onlarca İspanyol mezesini (tapas) bir arada bulabileceğiniz bir mekan..
Coco’s Mine (Thorbeckeplein 8) – Avustralya mekanı. Büyük porsiyonlar, fast food tarzında hamburgerler ve snackler. Kanguru eti hiç denemediyseniz işte size fırsat..
Biraz da diğer restoranlardan bahsedelim:
Momo  (Hobbemastraat 1) – Eğer salaş mekanları değil daha trendy yerleri tercih ederim derseniz.. Hele ki füzyon Asya mutfagi severseniz Momo tam size göre. Yerlilerin de popüler mekanı.. Rezervasyon yapılabiliyor.
Castell (Lijnbaangracht 252 – 254) – Eğer iyi kırmızı et yemek isterseniz Castell’i tavsiye ederiz.. Brezilya usulü yumuşacık ve lezzetli biftek yemek için doğru adres..Rezervasyon gerekebilir.
İtalyan yemeği tercih ederseniz, Pasta e Basta‘da canlı müzik eşliğinde sürprizli bir akşam yemeği yiyebilirsiniz :) Eşinizle ve sevdiklerinizle özel bir yemek planlıyorsanız emin olun burası ilk tercihlerinizden biri olmak için güçlü bir aday.. Rezervasyon yapmakta fayda var. (Nieuwe Spiegelstraat 8)
Red (Keizersgracht 594) – Yeri itibariyle hem merkezi hem de kanal kenarında şık bir restoran Red. İki temel menü üzerine kurulu bir konsepti var, ana yemeğiniz ister ıstakoz ister biftek olsun, lezzet açısından pişman olmayacağınız bir restoran. Rezervasyon yapmakta fayda var.
Jaspers (Ceintuurbaan 196) – Yakında Michelin yıldızı alması neredeyse kesin olan bu restorana, hazır fiyatları da kalitesine göre uygunken romantik bir akşam yemeği için gitmenizi tavsiye ederiz. Şef Jasper’in iki haftada bir değişen ve sezonun ürünlerinden özenle hazırladığı yemekleri hem yaratıcı hem de leziz.. Rezervasyon yapmakta fayda var..
İtalyan restoranları konusunda Amsterdam oldukça zengin.. Vasso (Rozenboomsteeg 12-14), Casa di David (Singel 426), ya da Saturnino (Reguliersdwarsstraat 5) tercih edilebilir..
Amsterdam’a gelip Türk yemeklerini özlerseniz de tabii ki ve illa ki Ali Ocakbaşında yemek yemeden gitmeyin. Amsterdam’ın en güzel kanallarında biri olan Herengracht üzerinde ve Rembrandtplein’e çok yakın..
Barlar:
Bo Cinq Prinsengracht 494 (Leidseplein’e yakin). Aynı zamanda av etleri yiyebileceğiniz güzel bir restoranı da var.
Kamer 401  Marnixstraat (Leidseplein’e yakin)
Lux Marnixstraat (Leidseplein’e yakin)
Gece klüpleri:
Escape en meşhuru, Panama ve Trouw gidilebilecek diğer gece klüpleri..
Konser salonu:
Paradiso ya da Melkweg
Siz de mekan tavsiyelerinizi bizimle paylaşırsanız çok seviniriz. Yeni yerler, yeni tatlar denemek bizim hobimiz :) Amsterdam’da keyifli ve lezzet dolu gezmeler dileriz!
Reklam

Güneybatı Amerika 3: Powell Gölü, At Nalı Bendi ve Antilop Kanyon

Bryce’tan yola çıktıktan sonra yaklaşık 3 saat içerisinde 2 gece kalacağımız Page kasabasına vardık. Vardığımızda gün hala batmamıştı. Biz de günün altın saatlerini boşa harcamak istemedik. Hızlıca eşyalarımızı otele bıraktık ve yakındaki At Nalı Bendi’ne doğru yola çıktık.
At Nalı Bendi, Kolorado Nehri’nin oluşturduğu vadilerin en meşhur noktalarından. Çünkü kanyonun tam bu noktasında nehir çok dar bir alanda 270 derecelik bir dönüş yaparak buraya ismini veren at nalı şeklini alıyor ve olağanüstü bir görüntü ortaya çıkıyor.
7
Bendin hemen yanına arabayla gitmek mümkün değil. Bu yüzden arabamızı otoyolun kenarındaki otoparka park edip kurak patikadan 15-20dk’lık bir yürüyüş yaptık. Vardığımızda gördüğümüz manzara bizi kendine hayran bıraktı! Sarp kayaların ucuna oturup yüreğimiz ağzımızda, 300 metre yükseklikten boşluğa doğru ayaklarımızı sallanmaya bıraktık ve güneşin batışını izledik.
2
Page, Arizona’da, Navajo Rezervasyonunda yer alıyor. Navajo Rezervasyonu 71bin kilometrekare büyüklüğüyle ABD’nin en büyük kızılderili rezervasyonu. Aşağı yukarı Marmara bölgesiyle aynı boyutta ve Arizona, Utah ve New Mexico eyaletlerinin ortasında bulunuyor. Bölge yarı bağımsız ve Navajo Kabile Meclisi tarafından yönetiliyor. Rezervasyonlar gerçekten hüzünlü yerler. 19. yüzyılın ortasında yüzbinlerce kızılderili anayurtlarından sürülüp Amerika’nın birçok farklı köşesindeki bu tip kısıtlayıcı alanlara yerleştirildiler. Bugün Amerika’nın içinde ama yarı-bağımsız, ülkenin geri kalanına göre ise büyük bir fakirlik içinde yaşıyorlar. Alkolizm ve uyuşturucu yüzünden ölümler Amerika’nın diğer bölgelerinin 4 katı. Bizim şahit olduğumuz diğer bir sorun da özellikle gençler arasındaki ciddi obezite sorunu… Navajo’lar uzun bir geçmişe sahip, gururlu insanlar. Devlet ise ne yapılmış kıyımlar, ne de süregelen acıklı durum konusunda ciddi bir şekilde özür dilemiş değil. Rezervasyonlardaki alt yapı yatırımları Amerika’da pek öncelikli bir konu gibi gözükmüyor.
13
Page bir işçi kasabası olarak aslında oldukça yakın bir zamanda kurulmuş. Glen Kanyon Barajının inşası sırasında buralara gelen işçiler zamanla bu topraklara yerleşmiş. Daha sonra kurulan termik enerji santrali de göçü arttırmış.
Lake Powell, Glen Kanyonun baraj sularıyla doldurulmasıyla oluşturulmuş bir baraj gölü. Şu an hem Amerika’nın insan eliyle oluşturulmuş ikinci en büyük rezervuarı, hem de yılda 2 milyon ziyaretçi çeken bir turizm merkezi. Çöl güneşiyle yanan kızıl kayalarla, Kolorado Nehrinin serin mavi-yeşil sularının evliliğinden ortaya çıkan manzara seyrine doyulmaz cinsten.

15

Burada Lake Powell gibi hemen kendini gösteren dev güzelliklerin yanında, bir de kendini meraklı ziyaretçilere saklayan inanılmaz kanyonlar var. Bunlardan en önemlisi Antilop Kanyon. Onbinlerce yıl içinde, dönem dönem oluşan sel sularının kızıl kayaları oymasıyla oluşmuş yüzlerce kanyon var buralarda. Antilop ise aralarında en meşhurlarından.
6

26    25

Uyanır uyanmaz ilk işimiz bizi Antilop Kanyon’da fotoğraf çekmeye çıkaracak bir tur şirketi aramak oldu. Gördüğümüz bir tur şirketinin önüne parkedip içeri girdiğimizde bizi suratsız bir Navajo bayan karşıladı. Tamamen boş olan dükkanın önünün park yeri olmadığını ve arabayı dükkanın diğer yanına çekmemi söylediğinde Seda bu turu çok istediği için alttan aldım. Sabahları çok huysuz olurum (hele ki daha kahvaltı bile etmemişken), herhalde benim negatif enerjim dedim. Arabayı alıp yan tarafa parkettim. İçeri geri girdiğimde telefonda konuşuyordu, kapattığında oldukça ters birkaç laf daha etti. Benim ses tonum biraz yüksektir, kadına normal şekilde birşey sorarken bana sesinizi yükseltmeyin deyince benim sigortalar tamamen attı. Seda’dan hemen tur şirketinden ayrılmamızı rica ettim, yoksa kadına ters birşey söyleyecektim ve işler sarpa saracaktı. Bu satışçıya iş hayatında başarılar dileyip ordan ayrıldık.

27    20

Biraz canımız sıkkın otele geri döndük. Neyse ki otelimizin resepsiyonu bize harika bir tur ayarladı. Biz fotoğraf turu istediğimiz için diğer turlardan farklı bir tur ayarladık, şansımıza da tura katılan bir biz vardık bir de tabii rehberimiz George.. George uzun yıllar Büyük Kanyon’da tur rehberliği yapmış bir Navajo yerlisi. Son birkaç yıldır ise Antilop Kanyon’a fotoğraf turları düzenliyor. Hem Navajo’lara dair hem de bu bölgeye dair bütün sorularımızı cevapladı. George epey iri bir adam, biraz o Tarantino filmindeki Machete’yi andırıyor. 45-50 yaşlarında, 5 çocuğu varmış. Son çocuğu da 18 olunca yaptığı ilk iş “artık görevimi yaptım, hadi bana eyvallah” deyip eşini bırakmak olmuş. Şimdi yalnız yaşayıp tur rehberliğiyle geçiniyormuş. Kanyon turuna katılan yeni evli çifte anlatılacak romantik bir hikaye işte ancak böyle olur dedik :)

22

Ana yoldan ayrılıp rezervasyon yollarına girdiğimizde, tozlar içinde paldır küldür zıplayarak 20 dakika kadar devam ettik. Kanyonun önüne vardığımızda fotoğraf makinalarını ve tripod’u alıp arabadan indik. George fotoğraf çekilecek her köşeyi avucunun içi gibi biliyordu. Seda 45 dakika boyunca her tarafa tripodunu kurup uzun süredir hayalini kurduğu Antilop Kanyonu fotoğrafladı.
28
İçerisi beklediğimden çok daha karanlık ve soğuktu, benim fotoğraf ilgim de olmadığından ilk 15dk duyduğum hayranlık duygusu ilerleyen dakikalarda yerini donma duygusuna, o yerini şiddetle titremeye ve artık sonlara doğru bir kenarda huzurlu ve sonsuz bir uykuya bırakıyordu ki çok şükür kanyonun sonundaki ışık gözüktü. Güneş beni çağırıyordu, dışarı çıkıp kemiklerimi ısıttım ve kendime geldim.

23

Kışın kanyonu gezmek için en güvenli zaman çünkü yağış olmuyor. Yazın ise aniden bastıran yağmurlar ve sel suları bu yarıkları dakikalar içinde taşıdığı taş ve toprakla beraber doldurabiliyormuş. Kimileri güvenlik tedbirleri almayıp sel riskine rağmen kanyona girdikleri için epey bir can kaybı olmuş, bu yüzden artık rehbersiz kanyonları gezmek yasak. George turizme açık olmayan daha onlarca bu güzellikte kanyonun olduğunu söyledi.

3

5

Öğleden sonra şehre döndüğümüzde epey yorgunduk. Ama Page’deki ikinci ve son günümüz olduğu için Lake Powell’da belki bir bot turu bulabiliriz diye başladık dolaşmaya. Önce limanın olduğu ve bot turlarının düzenlendiği yere gittik ama o gün ve saatte bot turu yapılmadığını öğrendik. Etrafta biraz dolaşıp fotoğraflar çekmeye karar verdik. Bu sırada yol kenarında yüksekçe bir arazide Seda birkaç tane iri ineğin otladığını gördü ve hemen fotoğraf makinesini ve 70-200 lensini çıkarıp uzaktan fotoğraflarını çekmeye çalıştı ancak yine de inekler çok uzağında kalıyordu. Bu esnada küçük bir cipiyle karşı taraftaki çiflikten biri hızla Seda’ya doğru gelmeye başladı. Ben arabada bekliyordum ve birden ortaya çıkan bu arabayı görünce, biraz pimpiriklendim “noluyo” dedim.. bizim hanıma kaçıracaklar galiba!! Ama baktım Seda adamla hemen sohbete koyuldu, megersem adam Seda daha rahat fotograf ceksin diye yardima gelmis, citleri acip Sedayi ineklerin yanina goturdu :)
29
Seda’nın cipine bindiği adam ineklerin sahibi, kovboy şapkalı sevimli bir  Navajo yerlisiydi. Uzaktan fotoğraflarını çekmeye meraklı olan bizim hanım, ineklerin yanlarına gidince biraz tırsmış, hayvanların cüsselerinden korkmuş :)
10
Cipten inmeden birkaç fotoğraf çekip geri geldi.. Navajo yerlisi bizi çiftlikteki diğer hayvanlarını da görmeye davet etse de biz gün batımında Lake Powell’i tepeden çekme planları yaptığımızdan teklifi için teşekkür edip yolumuza devam ettik..

11

Ardından gün batışını izlemek için Lake Powell’a tepeden bakan Page’e 3-4 km mesafedeki manzara tepesine gittik. Şansımıza kocaman bir dolunay vardı. Hani o hep filmlerde olur ya koskocaman bir dolunay, bu gerçek olamaz ay bu kadar yakın değil dersiniz içinizden, aynı ay gerçekten burdan koskocaman gözüküyordu.

18

17

Güneş batarken kırmızı kayalar pembemsi bir ton alıyor,bir yandan ayın pırıltısı da Lake Powell’a vuruyordu. Ertesi gün için planımız erkenden kalkıp Büyük Kanyon’a doğru uzun yolumuza koyulmaktı.
14
Büyük Kanyon maceramızı da yakında yazacağız.. Bizi izlemeye devam edin :)

Guneybatı Amerika 2: Bryce Kanyonu

Otelimizin adı Ruby’s Inn. Ruby 1920’lerde ailesiyle buraya gelip küçük bir konaklama yeri kurmuş, Bryce’ın namı yürüyüp turistikleştikçe işleri büyütmüş. Daha sonra Kanyon devlet tarafından koruma altına alınıp bir ulusal parka dönüştürülünce yollar yapılmış, ulaşım kolaylaşmış. Bizim Ruby işleri iyice büyütmüş anlayacağınız. Koskocaman bir girişi var, bir han girişini andırıyor, girişte büyük bir şömine ve karşısında koltuklar. Otel yıllar içinde etrafa bir şehir gibi, plansız, organik yayılmış. Biz dışarıdaki kulübelerden birinde kaldık. Sabah çok erken kalkacağımızı bildiğimizden sabah yemek üzere kendimize birşeyler almıştık. Hemen birşeyler atıştırdık. Kat kat kıyafetlerimizi giydik ve beş buçuk gibi Bryce Kanyon’a doğru yola koyulduk.
3
Bryce, Zion’a gore 300-400m daha yüksek, 2500-2600m yüksekliğinde, dolayısıyla çok daha soğuk. Hava gerçekten buz gibi. Seda gün doğmadan yerine yerleşmek istiyor. Bryce Kanyon devasa bir doğal amfi tiyatro şeklinde. Onu özel kılan “Hoodoo” denen onbinlerce yıl içinde buzların donup erimesiyle oluşmuş, biraz bizim peri bacalarını andıran doğal heykelleri. Bu devasa kaya çıkıntılarının rengarenk kırmızı beyaz ve sarı katmanları özellikle gün doğumu ve gün batımı esnasında olağanüstü görünüyor.

13 11

Kanyonun etrafında bütün kanyonu ayaklar altına seren tam 13 manzara noktası var. Yönü ve baktığı açı gereği gün doğumunu izlemek için en uygun noktanın Inspiration (İlham) Noktası olduğuna karar verip, arabayı otoparkına parkediyoruz. Bryce Kanyonu her fotoğrafçının manzarasını fotoğraflamak isteyeceği bir yer tabii ki. Ama yine de ben sabah daha saat altı olmadan, gün aydınlanmadan bizden başka bu kadar çatlağın birarada bulunabileceğini düşünmezdim. Bizden önce yerlerini almış bekleyen 3-4 kişi daha vardı. Bir ikisi oldukça profosyonel gözüküyordu, bir kısmı ise bizim gibi hevesli amatörlerdi. Biz geldikten sonra birkaç kişi daha gelmeye devam etti. Fotoğraf meraklıları genelde çok tatlı insanlar oluyor, ortak ilgi alanları, doğaya ve insana olan sevgi vesaire derken birkaç fotoğraf heveslisi bir araya geldi mi hemen kibar selamlaşmalar, fikir alışverişleri, yardımlaşma başlayıveriyor. Rekabetçi bir ilgi alanı değil yani bence fotoğrafçılık. Biz de selamlaşıyoruz. Ben Seda’yı biraz orda bırakıp ufak bir gezintiye çıkıyorum. Gün yavaş yavaş doğmaya başladıkça olağanüstü bir manzara karşılıyor bizi.

15

Yeri ters olduğu için Bryce, örneğin Zion veya Büyük Kanyon’a göre çok daha sonra ünlenmiş. Bugün bile ziyaretçi sayısı Zion’dan daha az. Ama bence Zion’dan daha etkileyici bir yer. Hoodoo’lar müthiş bir yoğunlukla, irili ufaklı bir yarım dairenin etrafına dizilmişler, sanki bir devler meclisi. İnsan ister istemez hoodoo’lara bakarken her birini başka birşeye benzetiyor. Güneş yavaş yavaş sağımızdan yükseldikçe gölgeleri uzuyor da uzuyor.

10

Seda uzun uzun fotoğraf çekti. Bu sırada uzun süredir kafasında olup bir türlü denemeye fırsat bulamadığı HDR fotoğraf yöntemini de ilk defa denedi. Bence sonuçlar çok şaşırtıcı çok enteresan oldu. Bu fotoğraf yönteminde aynı kareyi birkaç kez farklı pozlandırarak çekiyor, daha sonra bir bilgisayar programı yardımıyla bu fotoğrafları birleştiriyorsunuz. Sonuçta ortaya bazen biraz sürreal, rüyamsı ama olağanüstü fotoğraflar çıkabiliyor. Umarım beğenirsiniz.

2

Güneş iyice yükselince Seda ile beraber Kanyonun kenarından manzara noktalarından birkaçını daha yürüyerek geziyoruz. Her biri farklı bir sürpriz bu noktaların..

4

Kanyon’da o kadar farklı jeolojik oluşumlar, o kadar güzel renkler var ki… Bir de yavaş yavaş yükselen güneş de içimizi ısıtmaya başlayınca manzara tadından yenmiyor.

9

Bryce’da zorluk seviyelerine göre ayrılmış, hepsi de işaretlenmiş birçok trekking parkuru var. Tepeden bu manzarayı izlemek tabii ki bir harikaydı ama biz hoodoo’ların arasına inmek, onlara yakından bakmak, bu dev kayaların arasındaki daracık yollardan yürüyüş yapmak istiyorduk. Orta zorlukta, inişi kolay ama çıkışı zor Navajo Loop isimli trekking yolunu seçtik. Sunset Manzara Noktasına arabamızı parkedip üzerimizdeki ağır yükleri biraz attık. Yanımıza birer şişe su alıp başladık yürümeye.
6 12
Burası hoodoo’ların en sık olduğu yer. Toprak kaymaları da çok sık oluyormuş. Dikkatlice aşağı doğru yol aldık. Yakından sarının, turuncun bunca farklı tonunu incelemek, soğuk kayalara dokunmak, kuş seslerini dinleyerek yürüyüşümüzü yapmak büyük keyifti. Bu masalsı diyarın başrollerinde Tor’un çekici denilen bir hoodoo ve sessiz şehir denen spiraller de bu yürüyüş sırasında rahatlıkla görülebiliyor.

1

5
Parkurun tamamı 2 saat kadar sürdü, arabamıza döndüğümüzde epey yorulmuş ve bir o kadar da acıkmıştık.
Önümüzdeki iki gece Page denen küçük bir kasabada kalacağız, oradan Antilop Kanyon, Powell Gölü ve Colorado nehrinin 270 derecelik bir açıyla kazdığı at nalı vadisini göreceğiz. Atladık arabamıza düştük yola… Hikayenin devamı çok yakında…

Güneybatı Amerika 1: Bir Yol Hikayesi

Uçsuz bucaksız kurak arazilerde, Amerika Birleşik Devletlerinin güney batısındaki eyaletleri Nevada, Arizona ve Utah’ta yaptığımız bir haftalık bir araba yolculuğunun hikayesini anlatmaya geldi sıra bugün. Dev bir çölün içinde kıvrılarak giden siyah bir yol, arabamız ve biz. Etraftaki hiçlik ancak bu kadar güzel olur, bu dev kuraklığın içinde neler gizli neler… Doğanın bizlere en büyük armağanlarından, yer yüzünün milyonlarca yıllık hikayesini katman katman anlatan Büyük Kanyon’dan Navajo yerlilerinin atalarından beri bildiği ama biz beyaz adamın ancak son birkaç on yıldır keşfettiği spiral kayalar, daracık Antilop Kanyonlarına… Rüzgarın ve suyun milyonlarca yıl içinde milim milim yarattığı büyüleyici ve korkutucu hoodoo’larıyla Bryce’tan çölün ortasında insanın yoktan yarattığı pırıltılı ışıklar ve günahlar şehri Las Vegas’a kadar…

13

Amsterdam’dan uçağa bindiğimizde bizi çok uzun bir yol bekliyordu. Minneapolis aktarmalı Las Vegas yolculuğu aktarmalarla birlikte 15 saat sürdü. Jet lag’den vücut saatimiz iyice şaşmıştı. Hava alanına iner inmez önceden ayarladığımız kiralık arabamızı alıp kendimizi Las Vegas’ın neon ışıklı bulvarlarına attık. İnsanı hipnotize eden dev ışıklı panolar ve görsel şovlar var her yerde. Belki bundan yüz yıl önce çöl’de su bulmak bir lüksken bugün tonlarca su havalara ışık ve ses gösterileriyle fışkırtılıp şov amaçlı kullanılıyor artık Las Vegasta. Zaten her tarafta şovlar, sihirbazlar, konserler, sirkler, adım başı bir restoran ya da bar ve tabii ki dev kumarhaneler var.
  3     2
Açıkçası Las Vegas’a gelmemizin sebebi etraftaki doğal güzelliklere yakınlığı ve erişim kolaylığıydı, sadece bir gece kalacak ve ertesi sabah esas hedeflere doğru yolculuğumuza başlayacaktık. O yüzden Seda da ben de burayı bu kadar beğendiğimize şaşırdık. Bu yolculuğun bizim için anlamı doğa ile başbaşa olmak, fotoğraflar çekmek, sessizliğin tadını çıkarmaktı. Ama ilk gecemizi Las Vegas’ta geçirmek bize önümüzdeki günler için ayrı bir enerji verdi sanırım.
12
Yorgunluk uzun uçak yolculuğundan sonra erken çöktü, yine de yatmadan önce otelimizin kumarhanesine bir uğramadan edemedik. Bana şahsen müthiş fuzuli bir zevk gibi geliyor kumar. Cidden heyecanını anlayamıyorum, özellikle kollu makinelerin. Yine de buraya kadar gelmişken Seda ile birer dolar attık makinelere ve tatilimiz acaba bedavaya gelir mi diye kolu çektik. Sonuç tabii ki hüsran:) Çok geç kalmadan odamıza gittik ve uyuduk, yarın uzun bir yolculuk bizi bekliyordu…

10

Sabah oldukça erken uyandık, daha gün yeni doğuyordu, odamızdan Las Vegas’ın silüeti çok etkileyici görünüyordu. Aşağıda kahvaltımızı yaptık, arabamıza atladık ve yola koyulduk. Kasım Ayı buralarda yüksek sezon değil. Dolayısıyla yollar oldukça boş. Çöl’de araba kullanmak müthiş bir keyif, insana huzur veriyor. Bugün ilk durağımız Valley of Fire yani Ateş Vadisi olacak.
15
Valley of Fire, Las Vegas’a 80km uzakta kırmızı kumtaşlarından adını alan bir doğa harikası. Amerikanın bu küçük ulusal parkında ta dinazorların çağından kalma bu doğal oluşumlar önümüzdeki günler için bizleri neyi beklediği konusunda daha da meraklandırıyor.
19
Şaşkınlıktan iki adımda bir arabamızı yolun ortasında durdurup, tripodumuzu kurup fotoğraflar çekiyoruz. Hazır bütün park bize kalmış, etrafta bizden başka kimseler yok diyip park bizim gibi takılıyoruz. Biz bu kadar rahat olunca parkın korucuları rangerların dikkatini çektik tabii, ufak ta bir uyarı aldık. Yanımıza çekip ‘güzeller böyle arabayı yolun ortasında bırakıp keyfinize bakıyorsunuz da herşeyin bir usturubu var, şöyle biraz yolun kenarına çekin bari arabayı’ dediler.. Olsun çektik hemen, sonra keyfimize bakmaya devam ettik.
17
Valley of Fire’ın içinden geçen yolları takip edip ikinci hedefimiz, Amerika’nın en popüler ulusal parklarından Zion Ulusal Parkına doğru yola devam ettik.
Zion Ulusal Parkı, çölün ortasında bir vaha. Yeşil kanyonlar, kırmızı sarp kayalıklar ve masmavi bir gökyüzü. Parka girişte bir harita alıyoruz. Şöyle yazıyor: “Bu kızıl çöller coğrafyasında suyun mucizesi yemyeşil gür bitkileriyle zümrüt bir vaha oluşturuyor.” Gerçekten de öyle.

5  4

Bu kızıl kanyon, coşarak akan erimiş kar sularının yüzlerce yıl içinde nasıl zorla dar ve büküm büküm duvarlarına şekil verdiğini gözler önüne seriyor. Dimdik tepelerin arasında akan nehir bütün bu hayatın kaynağı. Binlerce yıldır yaşanan bu topraklar biyolojik zenginliğiyle kendine hayran bırakıyor. Yüzlerce kuş türü, geyikler ve hatta dağ aslanları bile hala bu koruma altındaki parkta özgürce dolaşıyor.

23

Biz de arabayla giderken önümüzden bir geyik ailesi usulca geçti. İnsanlardan korkuları artık azalmış, burada onlara zarar gelmeyeceğini biliyor, rahat rahat otlarını yiyorlar. Seda arabadan inip yanlarına yaklaştı ve fotoğrafladı onları. O kadar güzeller ki, kocaman gözleriyle yavru geyikler annelerini takip ediyorlar. Biraz ilerde ise kocaman boynuzlarıyla biraz hırçın ama çok güzel bir erkek geyik ailesini izliyor.

7

8

Bu park özellikle yazın çok popüler. Çünkü birçok coğrafi özelliği bünyesinde barındırdığı için tırmanışçılardan, canyoningçilere ve trekkingcilere herkes için bir aktivite var. Bizim çok vaktimiz yok çünkü yarın bütün günü Bryce Canyon’da geçirmek istiyoruz ve gece oraya yakın bir otelde kalacağız. Zion’daki 4-5 saatimizi olabildiğince verimli kullanmak için manzaralı araba yolunu takip ediyoruz. Yol üzerinde mola yerlerinde durarak arabadan iniyor, küçük yürüyüşler yapıyoruz.

1   6

26
Zion’un doğasına, dik yamaçlarına biz de hayran kaldık. Yanımızda akan suyun sesi içimize huzur verdi. Gün batımına kadar burada kalıp tertemiz havasını soluduk ve bol bol fotoğraf çektik. Güneşin batışıyla daha bizi uzun bir yol beklediği için Bryce’a doğru yola koyulduk. Yolda yemek ve ihtiyaç molası hariç fazla oyalanmadan 3-4 saat ilerleyip sonunda otelimize vardığımızda baya perişandık. Akşam yemeğimizi otelin restoranında yiyip odamıza çekildik. Seda Bryce Kanyon’da gün doğumunu fotoğraflamayı kafasına koymuştu ve sabah 5 buçukta kalkacaktık. Derin bir uykuya daldık.

Fırında Somon, Brokoli, Patates Graten.. Üstelik Pestolu!

Evde yeni yemek tarifleri denemeyi seviyoruz ama haftaiçleri maalesef fırsat bulamıyoruz, bildiğimiz yemekleri yapıyoruz. Geçtiğimiz pazar günü yeni bir yemek tarifi denemeye karar verdik. Biz somon balığını çok seviyoruz, ve çoğunlukla fırında yapmayı tercih ediyoruz. Genelde tavuk kanatları için kullandığımız sosu somona uygulayıp fırına veriyoruz, yumuşacık ve lezzetli oluyor. Bu sefer farklı bir somon yemeği tarifi denemek için kolları sıvadık. İtalyan Pizza Hamuru videolu tarifimizin çok izlenmesinin ardından fırında somon yemek tarifimizi de videoya çekmeye başladık.

_DSC7830

Muhteşem bir yemek, biz tek seferde tepsinin yarısını iki kişi yedik bitirdik :) Doymamış olsak tamamını da yiyebilirdik, tabii parmaklarımızla birlikte :) Ertesi gün de fırında ısıtarak rahatlıkla yiyebilirsiniz..
Eğer siz de misafirlerinize farklı bir yemek sunmak ya da eşinizi ve çocuklarınızı şaşırtacak lezzette bir yemek hazırlamak istiyorsanız, bu yemeği şiddetle tavsiye ediyoruz.
Videolu Yemek Tarifi
Malzemeler (4-6 kişilik)
1kg patates, soyulmuş
Büyük bir baş brokoli (yaklaşık 480gr), dallarına ayrılmış
400gr kemiksiz derisiz somon
1 yemek kaşığı zeytinyağı
20gr ekmek kırıntısı
4 yemek kaşığı taze rendelenmiş Parmesan (yoksa eski kaşar, ya da sert İzmir tulum peyniri olabilir)
250ml krema
2 yemek kaşığı pesto
4 yemek kaşığı süt
2-3 yemek kaşığı tereyağ, küçük parçalara doğranmış
Deniz tuzu (yoksa normal tuz) ve taze çekilmiş karabiber
Hazırlanışı
Fırını önceden 200 dereceye ısıtın.
Bir büyük bir tencereye soyulmuş patateslerinizi ve yeterince soğuk suyu koyup haşlayın. Patatesleri içine zorlanmadan bıçağı batırabileceğiniz kıvama gelene kadar haşlayın. Haşlanan patatesleri süzün ve soğumaya bırakın.
Su ısıtıcınızda yeterince su kaynatıp bir tencereye aktarın, içine dallarına ayırdığınız brokoliyi koyun, biraz tuz ilave edip 3-4 dakika haşlayın. Süzün ve soğumaya bırakın.
Somon fileleri önlü arkalı zeytinyağı ile ovun, ve aluminyum folyo kaplı tepsiye yerleştirin. Biraz tuz serpin ve önceden 200 dereceye ısınmış fırında 12-15 dk pişirin. Fırından aldığınız somon soğuyunca üzerine çatal yardımıyla bastırıp küçük parçalara bölün, içinden çıkabilecek küçük kılçıkları ayırın. Somonu kenara koyun.
Küçük bir kasede ekmek kırıntısını ve 2 kaşık taze çekilmiş Parmesanı karıştırın. İçine tuz ve karabiber koyup kenara ayırın.
Başka bir kasede kremayı ve pestoyu karıştırın. İçine tuz ve karabiber koyup kenara ayırın.
Soğumuş patatesleri ince halkalar halinde doğrayıp, yağlanmış büyük bir fırın tepsisine aynı yükseklikte dizin. Üzerine tuz ve 2 kaşık taze rendelenmiş Parmesanı serpin. Elinizle sütü de serpiştirin. Soğumuş brokolileri de patateslerin üzerine eşit yükseklikte yayın ve biraz tuzlayın. En üste parçalanmış somonu düzgünce yerleştirin.

_DSC7887

_DSC7899
Pesto ve krema karışımını somonun üzerine yayın ve üzerine ekmek kırıntısı ve Parmesan karışımını kaplayın. En üste tereyağı parçacıklarını aralıklarla yerleştirin.
_DSC7909
Isıtılmış fırında üzeri kahverengi ve çıtır çıtır olana kadar 25-30 dk pişirin. Hemen servis yapın.

_DSC7934

Afiyet olsun :))) Aman parmaklara dikkat!
_DSC7946

Rüya Gibi bir İtalyan Düğünü

Nerde kalmıştık? Hmm düğünler diyorduk, araya başka yazılar girdi.. Bu sene çektiğim düğün fotoğraflarına kaldığımız yerden devam edecek olursak; geçtiğimiz Eylül ayında evlenen diğer çift ise Federico ile Carlottaydı. Her ikisi de İtalya’nın Verona şehrinde doğup büyümüşler, ancak tanışmaları çok sonralara denk gelmiş.. Federico ile Hakan 2005-2007 yılları arasında Barselona’da aynı üniversitede yükseklisans yaptılar. Ben de yükseklisansım Şubat 2007’de bitince 3-4 ay Barselona’ya dil kursuna gitmiş ve orada Federico’nun da aralarında bulunduğu Hakan’ın Barselona arkadaş grubuyla tanışmıştım. Hatta hep birlikte o yaz Türkiye’nin güney sahillerinde araba kiralayıp bir haftalık road trip (arabayla tur) yapmışlığımız bile var.. O tarihlerde Federico (kısaca Fede) ile Carlotta hala birlikte değillerdi, tanışmaları bundan sonraki döneme denk geliyor.

FC01

Sonraki senelerde Carlotta da gruba katıldı. Allahım bu ne şeker ne candan bir kızdı! Fede’yle beraber Roma’da kaldıkları evlerini ziyaret ettiğimizde bizi nasıl da iyi ağırlamışlardı! Birbirine sırılsıklam aşık oldukları da her hallerinden belliydi. Fede, Carlotta ve gruptaki diğer çocuklarla birbirimizi belki senede bir kez görebildik ama yakın arkadaşlığımız sürdü, bugünlere geldi. Bizim düğünümüze tam kadro gelen sevgili dostlarımız, bizi çok  mutlu etmişlerdi. Bu sene iade-i düğün ziyareti yapma sırası bizdeydi. Önce Fede’den evlenme teklifi ettiğine dair kısa bir mail geldi ve en az onlar kadar sevindik bu habere! Sonrasında evlilik tarihini ve yerini belirlediklerine dair bir haber daha..
FC02
Hakan da ben de dostlarımızın düğünü için Verona’ya gitmek için sabırsızlanıyorduk. Erkenden biletlerimizi aldık, ben de fotoğraflarını çekebilmek için iznimi aldım :) İlk defa bir Katolik düğününe katılacaktık, dolayısıyla sürprizleri bol bir düğün bizi bekliyordu.
Verona’ya düğünden bir gün önce vardığımızda hava günlük güneşlik, sıcacıktı.. Hava durumu bir gün sonrası için yağmurlu gösteriyordu ve düğünün bir kısmı açık havada planlanmıştı. Bu bize İstanbul ve İzmitte yağmur tahminleri yapılan 10 Temmuz 2010 gününü, kendi düğün günümüzü hatırlattı. Biz şanslıydık, o gün İstanbul’u sular seller götürürken, düğünü yapacağımız İzmitteki düğün mekanına bir damla yağmur düşmemişti ve açık havada gönlümüzce eğlenmiştik. Aynısını Fede ve Carlotta için de gönülden diliyorduk..

FC03

Geldiğimizi Fede’ye haber verince, düğün için son kontrolleri yapmak üzere beraber düğün mekanına gitmeye davet ettiler. Düğün mekanına yaklaşırken gözlerimize inanamadık. Düğünü yapacakları mekanın ismi Villa Novare idi ve üzüm bağlarıyla çevrili, tek bir şişesi yüzlerce euro olan ünlü Amarone şaraplarının üretildiği Valpolicella bölgesinde bulunuyordu. 18. Yüzyıldan kalma bu Villa, bir ana bina, iki de kanattan oluşuyordu, büyük bir ön ve arka bahçesi ve küçük bir gölü vardı. Ana binanın girişinde Yunan ve Roma heykelleri bulunuyordu. Kilisedeki evlilik töreninin ardından konuklar Villa’ya getirilecek, önce arka bahçedeki gölün etrafında kokteyl gerçekleşecek, ardından da ana yemek büyük salonda verilecekti. Ancak hava durumunun yağmurlu göstermesi sebebiyle farklı bir kokteyl alanı ayarlanması gerekiyordu. Beraber villanın bahçesini ve kapalı diğer yerlerini gezdik ve Fede ve Carlotta’ya seçimlerinde elimizden geldiğince yardım edip, onları rahatlatmaya çalıştık..

FC1.1

Villanın gerçek sahipleri masrafların altından kalkamayıp ekonomik zorluğa düşünce villayı satmak zorunda kalmışlar. Villanın yeni sahipleri olan Mosconi ailesi yıllarca kendi bağlarından topladıkları üzümleri Amarone ile Recioto şaraplarının üretiminde kullanmışlar ve şaraplarını villanın alt katında bulunan geniş şarap mahzenindeki devasa ahşap fıçılarda saklayıp yıllandırmışlar.
FC1.2-2
Şarap mahzeninden ”şimdi bu fıçılardaki şaraplar kimbilir ne kadar değerli ve lezzetlidir” diyerek ayrıldık ve akşam ana yemeğinin sunulacağı büyük salona vardık. Salonun boyu iki kat yüksekliğindeydi, dar bir balkonu vardı. Duvarlar ve tavan doğayı ve tarımı canlandıran frescolarla süslenmişti. Gerçekten büyüleyici ve romantik bir mekan seçmişti dostlarımız, hayran kalmamak elde değildi.
Artık şehre dönme vakti geldi, Fede’ler bizi bırakıp son kalan işlerini tamamlamak üzere evlerine gittiler. Biz de akşama kadar Verona’nın sokaklarında gezip şehri keşfettik. Fede ile Carlotta’nın misafirperverliği düğünlerine de yansımıştı. Bizim gibi bir gün önceden gelen misafirleri için akşam şehir merkezinde Aperatif hazırladılar. Keyifli bir akşam geçirdik. Bu daha başlangıçtı..

Verona

Düğün günü öğleden sonra saat 4’te şehrin merkezindeki Duomo Kilisesinde buluştuk ve içeri girdik. Fede heyecanlı bir şekilde Carlotta’nın kiliseye varışını bekliyordu. Sonra Carlotta rüya gibi gelinliği ve güzelliğiyle herkesin gözlerini kamaştırarak kiliseden içeri girdi. Babası yıllar önce vefaat ettiği için okuldan sevdiği bir öğretmeni yürüttü onu kilisenin koridorunda.. Mutluluğu yüzünden okunuyordu, ben de fotoğraflarını çekiyordum.

FC2

Beni baştan tembihlediler. Rahip konuşma yaparken kesinlikle fotoğraf çekilmesini istemiyor, ama konuşmadığı zamanlarda çekebilirsin istediğin gibi diye. Törene müdahale etmemek için, genelde fotoğrafları arkadan çektim. Ancak bir ara dayanamayıp attım kendimi ön saflara :)

FC3

Dedim ya ilk defa bir kilise düğününe şahit oluyorduk ve törenle ilgili pek bilgimiz yoktu. Töreni bizim törenler gibi 5-10 dakika beklerken, rahibin konuşması, evlenecek olan çiftin yakınlarının konuşmaları ve kutsal ekmekten yeme ile birlikte tören yaklaşık 1,5 saat sürdü!
FC4
Törenin sonuna doğru ailelerin gözleri mutluluktan dolu dolu olmuştu. Tebrik ve iyi dileklerini evlenen çifte ilettiler ve herkes kiliseden dışarı çıktı. Fede ve Carlotta herkesin çıkmasının ardından kiliseden el ele çıktılar ve bir pirinç yağmuruna tutuldular!! Neden pirinç atılır diye sorduğumuz çoğu kişi aslında neden atıldığını bilmiyordu ama bir avuç da onlar atıyordu. Sonradan öğrendik ki ta eski Romadan kalma bir alışkanlıkmış bu.. O kadar eski ki neden olduğunu unutmuş herkes :) Bir çeşit tahıl, genelde de buğday atılırmış düğün törenlerinde evlenenlere ve ziyaretçiler bu şekilde evli çifte bir ömür boyu bereket ve refah dilerlermiş..

FC5

Herkes çılgınlar gibi pirinç attı yeni evli çifte! Öyle ki havada uçuşan pirinçlerden birkaçı Fede’nin kulağına bir kısmı da Carlotta’nın saçına takıldı :)
FC6
Ardından aile fotoğrafları çekildi. O ana kadar yagmurdan eser yoktu..

FC7

FC8

Yeni evli çift, arkadaşlarının sürpriz olarak süslediği gelin arabasına, eski bir arabaya binip düğün mekanına doğru yola çıktılar ve yagmur basladi… Biz de otobüslerle onların peşinden yola çıktık.
FC9
Villa’ya vardığımızda hepimiz açlıktan ölüyorduk ve karşımıza çıkan kokteyldeki yemekler karşısında kendimizi kaybettik! Onlar ne lezzetli kanepelerdi yarabbim!

FC10

Kokteyle sonradan katılan Fede ile Carlotta girişte iki tane güvercin uçurdular. Güvercin uçurmanınsa farklı anlamları var. Biri evli çiftin yepyeni, saf bir başlangıç yapması, diğeri de evlerinin ömür boyu huzurlu ve barış içinde olması..

FC20

FC21
Kokteylin ardından büyük salona geçildi ve yemek ziyafeti orada devam etti. Ardı ardına gelen tabakları tok olmamıza rağmen silip süpürüyor, balkabaklı makarnadan ikinci bir tabağı söylüyorduk. Nasılsa dansta eritiriz diye kendimizi avutuyor, bugünlük kendimize izin veriyorduk :)

FC13

FC14

Yemeğin ardından her masadan birileri kalkıp konuşmalar yaptı, malesef İtalyanca olduğundan pek birşey anlamadık söylenenlerden. Sonra Fede ve Carlotta bize harika bir dans gösterisi yaptılar ve hediyeler açıldı.

FC19-2 FC15

En nihayetinde gece 1de kendimizi dans pistine atabildik. Dans pistinin hazırlandığı yerde ise envai çeşit tatlı bizleri bekliyordu. Zaafiyet geçirmekten korksak da tatlılara da hayır diyemedik. İtalya’daki düğün midelerimiz için tam bir ziyafet olmuştu.

FC16

Gece 02.30da otobüsler bizi şehre bıraktı ve artık yaşlanmış vücutlarımız ısrarla uyku istediği için yarın sabah kahvaltıda buluşmak üzere herkesle vedalaştık. Bu İtalyan düğünü beklentilerimizin çok çok üzerinde gerçekleşmişti. Verona’yı da düğün vesilesiyle de görmüş olduğumuza sevinmiştik.
Pazar Fede ile Carlotta yine bizleri yalnız bırakmamış ve gitmeden yanımıza uğramışlardı.. Mükemmel ev sahipliği yapmışlardı ve onlara bir şekilde bu güzel düğün için kendi fotoğraflarımla teşekkür edecek olmama seviniyordum. Hakan’ın da fotoğraf asistanlığı takdire şayandı doğrusu :)
Yaklaşık 1 ay sonra dostlarımızın fotoğraflarını düzenlendim ve kendilerine gönderdim. Beğenilerini ve teşekkürlerini bir değil defalarca ilettiler, bu beni daha da mutlu etti. Umarım evliliklerinin bereketine ve huzuruna bir nebze de benim fotoğraflarımın katkısı olsun :)

Mad Men Fotoğraf Çalışması

scc6
Birkaç ay önce ilkine katıldığım fotoğraf atölye çalışmalarının ikincisi geçtiğimiz ay yine Amsterdam’da Megan Alter tarafından organize edildi ve konu olarak bu sefer Mad Men seçildi. Mad Men birçoğunuza tanıdık gelecektir, hani şu 1960larda Amerikada geçen, Amerikanın reklam dünyasını konu alan, 15 Emmy ve 4 Golden Globe ödüllü meşhur Amerikan dizisi.. Ne yalan söyliyim, konusu itibariyle dizi ilk başlarda hiç ilgimi çekmemişti. Neden sonra, sırf onca insan bu diziyi neden bu kadar seviyor ve bu dizi bu kadar ödül alıyor acaba diye merak edip 1-2 bölüm izleyince birden ben de Man Men delisi olmuştum.. Bütün bölümlerini büyük bir heyecanla ve ilgiyle seyretmiş, tüm sezonları 2-3 hafta içinde bitirmiştim.
scc8
Diziye bakış açımı 180 derece değiştiren şey ne miydi? Şöyle özetleyeyim: dizi sadece 1960lardaki reklamcılık sektörüne değil dönemin Amerikan toplumuna ve kültürüne de ayna tutuyor. Sigara ve alkölün işte, evde, hatta hamilelikte yaygın bir şekilde içilmesi gibi günlük alışkanlıklardan tutun da,  ırkçılık, kimlik çatışması, karşı kültür, kadın-erkek eşitsizliği, feminizme kadar birçok toplumsal gerçek gözler önüne seriliyor. Ayrıca 60ların önemli siyasi olaylarını da karakterlerin hayatları üzerinden aralara serpiştirmekten geri kalmıyor. Dönemin iş hayatını, toplumsal ve siyasi olaylarını  incelikle yansıttığı için de onca ödülü toplamış olmasına pek şaşırmamak gerek..
scc4
Diğer taraftan eğer modaya meraklıysanız, ve 60ların modasını tekrar yaşamak isterseniz Mad Men tam aradığınız dizi.. Dönemin giyim kuşamını, stilini gerçekten çok güzel yansıtıyor. İnsanın saçlarını 1960 modasına sokası, Betty Draper’in giydiği o kabarık etekli elbiselerden giyesi geliyor. Erkeklerin giyim tarzı da klasik ama bir o kadar şık. Bence 1960lar modasının tek sıkıntısı göbek deliği hizasındaki pantalonlar. Tamam 1960larda ben daha embriyo bile değildim ama çocukluğumda yüksek belli pantalonlardan giydiğimi bal gibi hatırlıyorum, ama gel gör ki pek hatırlamak istemiyorum.. off neydi o pantalonlar oyle.. iyi ki zamanla değişmiş pantalon belleri :))
scc9
Neyse lafı daha fazla uzatmayayım, gelelim fotoğraf çalışmasına.. 11 fotoğrafçı, 5 model, 4 stilist, ve 1 kameramanın bir araya geldiği atölye çalışmasının ardından benim çektiğim fotoğrafları sizlerle paylaşmak isterim. Benim favorilerim siyah beyaz portreler.. Sizin favoriniz hangisi? Yorumlarınızı bekliyorum ;)
Fotoğraflar: Seda Çınar Ceyhan
Modeller: Katherien Broug, Nathan Meijer, I.S, Sofıa Sikkes, Leroy Soethoudt
Stil: Babet van Peer
Saç: Stoel 10 HairDo
Makyaj: Lubna Oulad
Kostüm: eloise-est-mignonne.com
Prodüksiyon: Megan Alter Photography
scc1
scc16
scc17
scc7
scc12
scc10
scc5
scc11
scc3
scc2
scc14
scc13
scc15

İzlanda – 4: Büyük Final Kuzey Işıkları!

Otobüse döndüğümüzde zaten herkes yemeğini yemişti ve ufak ufak toparlanmaya başlamıştı. Artık zifiri karanlıkta Reykavik’ten önceki son durağımız olan, geceleri de spot ışıklarla aydınlatılan Skogafoss Şelalerine doğru yola çıktık. Şansımıza günlerdir bulutlu olan, hatta az önce bizi yağmur altında bırakan gökyüzü bir anda açmaya başladı. Bir ara otobüsün önünden heyecan dolu bağrışlar işittik. Kuzey Işıkları belirmişti!
Şöförümüz zifiri karanlık yolun kenarında duracak bir yer bulup yanaştı. Kendimizi otobüsten dışarı attığımızda gördüğümüz güzellik karşısında öylece kalakaldık. Sanki yemyeşil ince bir bulut gökyüzünde dansediyordu. Tahmin ettiğimizden çok daha yoğun ve şiddetliydi doğanın bu ışık gösterisi.
 Aurora Borealis de denilen Kuzey Işıkları, güneşin atmosferinin en üst katmanından kopan elektrik yüklü parçacıkların dünyaya doğru gelirken, dünyanın çekim gücünün en yoğun olduğu kutuplara doğru yönelip, dünyanın atmosferinin en üst katındaki atomlarla çarpıştığında oluşan etkileşimin bir sonucuymuş.
Eski çağlarda tanrılardan bir işaret ya da ruhların dansı olarak yorumlanan bu güzelliği görüp de ruhani birşey hissetmemek mümkün değil! Kainat sana selam çakıyor sanki, bak ne kadar şanslısın, benimle tanışma şerefine nail oldun diyor. Kutsanmışlık hissediyorsun, çok şanslı hissediyorsun. İnanılmaz bir duygu.
İlk afallamayı atlatınca, Seda bu anı fotoğraflarda yakalamanın peşine düştü. O da hazırlıksız yakalanmıştı, açıkçası Kuzey Işıklarını bu kadar çarpıcı bir şekilde görebileceğimizi tahmin edememiştik. Nasıl en iyi şekilde fotoğraflanır deneme yanılma yöntemiyle bulduk. Sonuçlar çok güzel oldu. Umarım siz de fotoğrafları beğenirsiniz.
Bu yarım saatlik plansız molada yavaş yavaş kaybolmaya başladı kuzey ışıkları, biz de hala tam kendimize gelememiş oturduk otobüsteki yerlerimize. Skogafoss Şelalelerine varıp, son molamızı verdiğimizde bu büyülü gösteri yeniden başlamasın mı? Hem de bu sefer şelalenin tam üzerinde! Renkler yine çok yoğundu ve bu sefer bir dans ediyor, bir sanki yağmur gibi aşağı doğru süzülüyorlardı. Bir anda kırmızı renkte ışıklar da belirdi. Kırmızı ve yeşil yanyana sadece birkaç saniye görebildik. Daha sonra yine yanlız yeşil ışıklar kaldı gökyüzünde ve birkaç dakika sonra yine yavaş yavaş kayboldular. Şelalenin güzelliğiyle birleşince iyice büyüleyici bir tecrübeye dönüştü bu gece.

_DSC1035 copy

Reykavik’e vardığımızda geceyarısına geliyordu. Otobüs bizi otelimize bırakırken insanlarla ve rehberimizle vedalaştık. Kuzey Işıklarını bir daha hiç göremeyebileceğimiz ihtimali bir anda gözümüzde büyüdü. Bu nurlu ışığın bir gecede müptelası olmuştuk. Arabamıza atlayıp, son bir ümit şehir ışıklarından uzaklara doğru sürdük. İlk gün altın çember sırasında geldiğimiz Þingvellir‘e gelmek üzereydik ki gökyüzü tekrar dile geldi. Arabayı hemen kenera çekip seyre daldık semayı. Soğuktan titreye titreye gece 3’e kadar ışıkların dansını izledik.
_DSC1082 copy
_DSC1087 copy
_DSC1073 copy
Artık bitkin düşünce yarın Amsterdam’a, işimizin başına, fezadan dünyaya geri ineceğimiz aklımıza geldi. Otele dönüp 2-3 saatlik bol rüyalı kısa bir uykuya daldık ve sabah İzlanda’ya veda etmek üzere havaalanının yolunu tuttuk. Bu kadar kısa zamanda bizi bu kadar etkileyen başka bir yer olmamıştı doğrusu. Gökyüzüyle bakıştık, son kez selamlaştık ve uçağımız havalandı.
İzlanda yazısının birinci bölümü için tıklayın: İzlanda – 1 İzlanda’ya Giriş 101…
İzlanda yazısının ikinci bölümü için tıklayın: İzlanda 2 – 
İzlanda yazısının üçüncü bölümü için tıklayın: İzlanda 3 – Güney Sahili ve Buzullar Diyarı Jokulsarlon

İzlanda – 3: Güney Sahili ve Buzullar Diyarı Jokulsarlon

İzlanda’dadaki son günümüz için hedef çok büyüktü. Reykavik‘e tam 450km uzaklıktaki buzullar lagünü Jokursarlon‘a gitmek istiyorduk. Arabayla 450km gider, gelirsek çok yorulacağımıza ve günün keyfini çıkaramayacağımıza karar verip internetten iyi değerlendirmeler almış bir tur şirketinden (Extreme Iceland) otobüs turu ayarladık.
Sabah erkenden başladığımız turda hedef İzlanda’nın bütün güney sahilini baştan başa kat ederken aklımızda görmek istediğimiz bütün noktalarda birer birer durup fotoğraf çekmekti. Şansımıza çok keyifli bir ekibe ve harika bir tur rehberine denk geldik. Bütün yol boyunca İzlanda tarihi, coğrafyası, sosyal ve ekonomik durumu hakkında her konuya değindi.
En çok görmek ve fotoğraflamak istediğimiz yerlerden biri denizi bir hançer gibi yaran siyah bazalt kayalıkların olduğu sahil kasabası Vik’ti. Turumuzda ancak hava karardıktan sonra,  Reykavik’e dönerken, akşam yemeği için Vik’te duracağımızı duyunca biraz üzüldük. Vik ve kayalıkları arkamızda bırakmış ilerlerken ilk durağımız Seljalandfoss şelalerine vardık.
60 metre yükseklikten düşen bu şelaleyi gören herkes otobüsten hızla inip yanına koşmaya başladı. Fotoğraf karesine hiçbir insanın girmesine tahammülü olmayan Seda durur mu? Kalktı depara! Bir yandan koşuyor, bir yandan tripodunun ayaklarını açmaya uğraşıyordu… Ben bu arada mümkün olduğu kadar yakınına yaklaşıp şelalenin gürültüsünü kemiklerime kadar hissetmeye çalıştım. Bir yandan bir sis şeklinde şelaleden gelen su damlalarıyla ıslanıyordum. Doğa’nın böyle bir güzelliğine bu kadar yakın olabilmek… Daha günümüz yeni başlıyordu, 15-20 dk içinde toparlanıp otobüsle bir sonraki kısa durağımıza doğru yola çıktık.
İkinci kısa molamız 2010 yılında patlayıp Avrupa’da hava trafiğini felç eden Eyjafjallajokull yanardağının eteklerinde oldu. Burada yıllardır çiçek üreten bir çiftliğin önünde durduk. İzlanda’daki  volkanların birçoğunun üzeri buzullarla kaplı, hal böyle olunca yanardağ patlamaları genelde fışkıran lavlar şeklinde olmuyor. Lavlar buzla karşılaşınca genelde havaya sadece dev kül bulutları ve zehirli gazlar fışkırıyor. Kilometrelerce civardaki heryer küllerle kaplanıyor. 2010’da yükselen kül bulutları rüzgarın da etkisiyle Avrupa hava sahasını bile ciddi anlamda kaplamış benzeri görülmemiş uçak gecikmelerine yol açmıştı. İş küllerle de bitmiyor, eriyen buzullar birkaç gün içinde kritik yoğunluğa ulaşıp artık engel tanımaz hale geldiklerinde genelde inanılmaz şiddetli sellere yol açıyorlarmış. Yani volkan patlamaları genelde alev ve yangınlar değil, kül bulutları ve seller şeklinde vuku buluyormuş. Neyse gene uzattım lafı. İşte bu mola verdiğimiz çiftlik 2010’da tamamen küller altında kalmış ama Reykavik’ten yardıma gelen halkın sayesinde imece usulü üzerindeki küller kazılmış ve tekrar ortaya çıkarılmış. 2011’de toprakları daha da verimli hale geldi diyor bizim rehber, küllerinden doğmuş anlayacağınız…
Daha sonra bir benzin istasyonunun restoranında öğle yemeği için mola verdik. Menümüz tabii ki kuzuydu. Ağır ağır pişmiş kuzu budunu gravy sos ve yanında patates graten verdiler. Ne benzinciler var yarabbim dedim indirirken mideye. Harikaydı.
Artık bir daha durmadan ve hava çok kararmadan Jokulsarlon’a doğru yola çıktık. Yolda İzlanda’nın en yüksek tepesi olan Hvannadalshnjúkur‘un (2110m) yanından geçtik. Oldukça ihtişamlı gözüküyordu. (Coğrafya derslerimi iyice unutmuşum eve gelince merak edip Ağrı’nın yüksekliğine baktım 5137m imiş! Oraya da gideriz bir gün umarım… Bizim memlekette neler var da daha sıra gelmedi.)
Sonunda akşam üç gibi Jokulsarlon‘a vardık. Jokulsarlon, Vatnajokulbuzulundan kopan buzdağlarının Atlantik Okyanusuna giderken  oluşturduğu 17 kilometrekarelik bir lagün. Lagün 600 metre derinliğinde! Bu kadar derin olmasının sebebi buz dağlarının yıllar içinde dibini kazıması. Buzdağlarının görülen yüzleri en fazla birkaç metre, suyun altındaki kısımları ise çok daha uzun. Yüzen buzdağlarını izlemek müthiş bir güzellikti; aralarında oyunbazca yüzen foklar da bonusumuzdu..
Biraz sonra bot turuna katılacaktık ama önce hemen yakındaki bir tepeye çıkıp seyreyledik etrafı. Oturduk Seda’yla el ele ve iyice içimize çektik tertemiz, serin, çıtır çıtır havasını bu buzullar diyarının.
Vakit gelince hem karada hem suda gidebilen bir araca bindik ve yavaş yavaş göle girdik. Yakınlaşmak daha da büyük bir keyifti, bazıları beyaz, bazıları kimbilir hangi volkanik patlamanın külleriyle siyahtı, bazıları ise mavi bir kristal gibiydiler, sanki devasa birer değerli taş gibi. Öğrendik ki rengini veren buzun yoğunluğu ve ışığın kırılma açısıymış. İyice sımsıkı olan buzlar mavi gözüküyor, biraz eriyip içine hava girenler ise beyaz gözüküyormuş. Rehberimiz bir yandan coğrafyayı anlatırken, bir yandan bir buzuldan bir keser yardımıyla bir parça kopardı. Bu vesileyle belki de onbinlerce yıldır donmuş şekilde duran bir buz parçası ağzımızda suya dönüştü.

Jokulsarlon hakkında bir başka ilginç hikaye de burada birçok ünlü Hollywood filminin çekilmiş olması. Batman Begins, Tomb Raider, James Bond:Die Another Day bunlardan yalnızca birkaçı. James Bond’un çekimleri için göl iki üç gün lagünün okyanusa döküldüğü yer kapatılıp üzeri tamamen buz tutturulmuş! Ve onyıllardır beki de ilk defa gölün üzerinde yürüyebilmiş insanlar! Çekimler sonrası hemen birkaç gün içinde normal haline geri dönmüş lagün.

Bot turumuzdan sonra otobüsümüze geri döndük. Biz de iyice yorulmuştuk, akşam yemeğimizi yiyeceğimiz Vik‘e kadar durmak yoktu. Şansımıza Vik’e vardığımızda hava birazcık da olsa aydınlıktı. Bütün otobüs restoranın yolunu tutarken, Seda ile biz sahile ve kayalıklara doğru koşmaya başladık. Gece oluyordu, vaktimiz çok kısaydı ama hem bu doğa harikalarını yakından görmek hem de fotoğraflamak istiyorduk. Sahil çok soğuk ve rüzgarlıydı. Dev kayalardan bir dalgakıran oluşturmuşlar deniz kenarında. Kayaların üzerinde seke seke ilerledik. Tripodu kurabilecek bir düzlük arayıp birkaç resim çektik. Hava iyice karardı, birden rüzgar da şiddetini arttırdı. Yağmur da yağmaya başlayınca artık daha fazla dayanamayıp otobüse geri koştuk. Yine de kesinlikle sahile indiğimize değdi. O soğuk ve karanlıkta denizdeki bazalt kayalıklar, ve yanlızca biz ikimiz vardık sahilde, gergin bir bilim-kurgu filmin içindeydik sanki….

İzlanda yazısının birinci bölümü için tıklayın: İzlanda’ya Giriş 101…
İzlanda yazısının ikinci bölümü için tıklayın: İzlanda 2 – Blue Lagoon ve Golden Circle (Mavi Lagün ve Altın Çember) 
İzlanda – 4: Büyük Final Kuzey Işıkları!

İzlanda – 2: Blue Lagoon ve Golden Circle (Mavi Lagün ve Altın Çember)

İzlanda’ya akşam üstü vardık ve günlerimiz kısıtlı olduğu için (2,5 gün) havaalanından Reykavik‘teki otelimize gitmeden yol üzerinde İzlanda’nın dünyaca ünlü kaplıcası Blue Lagoon (Mavi Lagün)’ün yolunu tuttuk.
Yeraltı lav hareketlerinin ısıtması sonucu yılın her gün ve her saatinde suyun sıcaklığı 39-40 derece burada. İzlanda’nın soğuğunda minerallerin rengini verdiği bu masmavi ve sıcacık sulara atlamak insanı inanılmaz rahatlatıyor. Burası aynı zamanda bir jeotermal enerji santrali, yani bir yandan kaplıcalarla turizmle gelir elde ederken bir yandan da temiz enerji üretiyorlar İzlanda’lılar!
  
Yer altı sıcak sularının günlük hayatta da birçok faydası var. İzlandalılar evlerinde bu sayede sıcak su sıkıntısı çekmiyorlar. Jeotermal enerji sayesinde evlerini ısıtıyorlar. Havasının tertemiz oluşunu da bir bakıma bu temiz enerji kaynağına borçlu İzlanda..
İzlanda’daki ilk birkaç saatimizi geçirdiğimiz Blue Lagoon’da önümüzdeki günler için bize gerekecek olan enerjiyi toplamış, iyice rahatlamış olduk. Daha sonra otelimize gidip bir sonraki gün yapacağımız altın çember için planlarımızı yaptık.
Sabah kalkar kalkmaz arabamıza atlayıp yola koyulduk. Bu günkü gezeceğimiz bölgeye Altın Çember (Golden Circle) denmesinin sebebi günübirlik bir gezi ile Reykyavik’ten başlayıp bir çember cizerek İzlanda’nın en önemli ve en turistik birkaç bölgesini birden görülebiliyor olması: Þingvellir Ulusal Parkı, Strokkur ile Geysir Gayzerleri ve Gulfoss şelalesi en önemli üç nokta. Bunları biz bir krater gölü, kısa bir trekking ve fazladan bir şelaleyle zenginleştirdik.
Þingvellir Ulusal Parkı (Tsingvetlir gibi bişey okunuşu:)) İzlanda’nın ilk kurulduğu, dünyanın ilk demokratik meclislerinden birinin olduğu yer. İzlanda genelde İskandinavya’dan kaçan ya da kovulan Vikinglerin kurduğu bir ülke olduğu için krallara pek tahammülleri yokmuş anlaşılan. İşte tam burda ilk meclislerini oluşturmuşlar ve ülkeyi dönem dönem burada buluşup ortak kararlar alıp bu şekilde yönetmişler. Burası hakkında bir başka enteresan bilgi de Amerika ve Avrupa kıtalarının kırılma noktasında yer alıyor oluşu. Buradaki dev yer çatlağının iki tarafı her yıl birkaç santim birbirinden uzaklaşıyormuş.
Park’ta uzun bir yürüyüş yapıp biraz fotoğraf çektikten sonra arabamıza atlayıp birkaç kilometre sonra yol kenarında parkettik. Kitabımızdan okuduğumuz kadarıyla buradan iki kilometrelik kısa bir doğa yürüyüşüyle çok güzel, küçük bir şelaleye ulaşılıyormuş. Biz de hemen yürüdük tabii ki, doğa sadece bizimdi, bizden başka kimsecikler yoktu.. Sonunda şelaleye vardığımızda biraz dinlendik ve fotoğraflar çektik. Geldiğimize kesinlikle değdi.

Sıradaki durağımız gayzerler diyarı Haukadalur.. Jeotermal açıdan çok aktif bu bölgede yer altı mağaralarına sıkışan sular zaman zaman yukarıya doğru fışkıran gayzerler oluşturuyor. Gayzer konseptine adına veren Geysir burada zaten! Dünyanın en yükseğe fışkıran ikinci gayzeri bu, 60-70 metreye fışkıran kaynar suları var. Ne yazık ki son yıllarda pek aktif değil ve sadece birkaç yılda bir fışkırıyor. Neyse ki dünyanın en güvenilir ve görmesi garanti gayzeri Strokkur da burada! Strokkur aşağı yukarı her beş dakikada bir 30-35 metre yüksekliğe fışkıran çok etkileyici bir gayzer. Ağzımız açık bu doğa harikasını izlemek inanılmazdı.
Daha sonra Gulfoss şelalesine geldik. 20 metre genişliğinde ve 32 metre yüksekliğindeki bu dev şelale azgın sularıyla bir sağ, bir sol yapıyor, daha sonra merdiven gibi iki kat şeklinde sanki yer yarılıyor da bir anda sularını oraya boşaltıyor! Suyun şiddeti o kadar yüksek ki yüzlerce metre uzaktan bile sesi duyuluyor. Yakınına, hemen dibine kadar girmek müthiş bir duygu.

Gulfoss’u da gezdikten sonra artık epey yorulmuş ve Reykavik yoluna koyulmuştuk. Ama bir kitapta yol üzerinde bir krater gölü görme şansımız olduğunu okuyunca durmadan edemedik. Kerid krater gölü bundan 3000 yıl önce içeriye doğru göçen bir volkanik kratere su dolmasıyla oluşmuş ve harikulade güzellikte. Burada Bjork‘ün bir salın üzerinde krater gölünün etrafına toplanan bir kalabalığa bir konser verdiğini duyduk. İnanılmaz bir görüntü olsa gerek.
Reykavik’e döndüğümüzde hem çok yorgun hem de çok açtık. Bir sonraki günkü büyük yolculuk için enerjiye ihtiyacımız vardı. Aradığımız enerjiyi İzlanda’nın inanılmaz kuzusunun lokum gibi etinde bulduk! Seda’yla Paris Cafe’de yediğimiz kuzu hayatımızda yediğimiz en yumuşak, en lezzetli, en sulu kuzu etiydi orası kesin. Karnımız da doyunca kesintisiz bir uykuya daldık..
Izlanda yazisinin birinci bolumu icin tiklayin: İzlanda’ya Giriş 101…
İzlanda – 3: Güney Sahili ve Buzullar Diyarı Jokulsarlon
İzlanda – 4: Büyük Final Kuzey Işıkları!